Söyleşi: Rıdvan Gecü – Sinan Özdemir
Sevgili Rıdvan, ilk kitabın Kırmızı Perfect’in (160.Kilometre Yayınları, Şubat 2013) arkasındaki kısa özgeçmiş bölümünde “şiirleri şu dergide yayımlandı, şu fanzini çıkardı” gibi cümleler yok, neden?
Çünkü şiirlerim dergilerde yayımlanmadı, çünkü fanzinler çıkarmadım. Var olan bir özgeçmişi okuyucudan saklıyor değilim yani. Hem pes etmeye hem savaşmaya pek müsait bir yapım var benim. Birkaç yıl önce Koridor dergisine iki üç şiirimi yollamıştım, yayımlamadılar. Dergilere şiir göndermeyi orada bırakmıştım. Yine birkaç yıl önce Yapı Kredi’ye de bir şiir dosyası göndermiştim. Takvimimiz dolu deyip şutladılar beni, okumadılar bile. Kelebeğin Rüyası filmi çıkar çıkmaz Muzaffer Tayyip Uslu’nun kitabının baskısının yapılabildiği bir takvimden bahsediyorum. Pes etmiştim kısacası. Şimdi 100 tane okuyucunun getirdiği yükle, yeniden savaşmaya çalışıyorum.
Tyler biliyor mu bunu?
Tyler konusunda lütfen şaka yapmayalım. Biliyorsun ki o şiirin daha sonradan romanı da yazıldı, filmi de çekildi. Küçümsenmeyecek bir başarı.
Şiirde başarıya inanır mısın peki, yoksa tutunamayanın mıdır şiir?
İnanırım. Kahraman Tazeoğlu var mesela; başarılı kâğıt üstünde. Ama şiire bir artı değer katmamış, tutanı kopyalamış, olmuş. Çünkü artı değer gerekmiyor başarılı olmak için, okuyucu bunu istemiyor. Bizler, kitaplarının ilk baskısı otuz beş yıl sonra ancak tükenebilecek şiir uğraşıcıları, okuyucunun tatilde olduğunu varsayıp içimizi ferah tutmaya çalışıyoruz, bir gün dönecekler sanıyoruz. Ama işin aslı öyle değil. Kitabım raflarda yerini almış mı diye rutin kontrole çıktığım bir pazar sabahı, on beş dakika içinde on tane Ruhi Mücerret satıldı kitapçıda. Okuyucu burada, hiçbir yere gitmemiş; sadece şiir okumak istemiyor. Kitap da raflarda değildi bu arada.
Menteş’in şiirleri de okunuyor sanki.
Okunur. Roman yaz, tutsun, senin de okunur. Bu okunma mevzusu bir kez parlamaya bakıyor. Elif Şafak, Pinhan’dan beri aynı şeyi yazarak Elif Şafak oldu. Ama bunun için onu suçlayamayız. Buna müsaade eden okuyucudur. Ama okuyucuyu da suçlayamayız. Burada suçlanacak biri varsa o da benim. Çünkü tutarsa şiir kitabını da araya sıkıştırırım diye düşünüp roman yazmışlığım var. Neyse ki basılmadı.
E nasıl ortada kaldı peki ilk şiir kitabın, nasıl kitaba dönüştü?
Valla kolay oldu. Biliyorsun, şiir sektörü kârsız, müdavim okuyucu sayısı belli bir sektör. Dolayısıyla riskli yatırım. Bastığın kitabın masrafını çıkartırsan ne âlâ. Şans eseri, çağı yakalayan şiirin peşinde olan, ticari kaygısız insanlarla karşılaştım. Benim zaten birikmiş bir yazılmışım vardı. Çeri çöpü ayıklayıp dosyamı gönderdim. Basarız dediler. Böyle de hemen oldu bittiye gelmiş gibi anlattım ama arada; dosyayı gönderdikten sonra cevabı bekleme süreci, kabul edildikten sonra kitabın yayınlanma süreci derken nereden baksan bir dokuz on ay var. Muhteşem bir hikâyesi yok yani. Masrafını da çıkartamadı zaten.
Şiirin aslında bizde ve dünyada hiçbir zaman revaçta olduğu görülmemiştir (tersinin vâki olduğunu sandığımız da oluyor). Ayrıca şiirin okunma olanakları, hele de günümüzde, diğer türlere göre çok daha fazla. Özellikle internet ortamı, şiirin ezberlenebilirliği, kâğıda rahatlıkla geçirilmesi vs. Masrafını kurtaramamasında saydıklarımın da etkisi var mı sence? Hem sanki şiiri modaya çevirmeden okumaktan yana değil okur. 7-8 sene önce insanlar Turgut Uyar’ın kim olduğunu bile bilmiyordu gibime geliyor. Çok uzattım. 160. Kilometre Yayınları yola “şiir direnirse kazanacak” sloganıyla çıktı. İnanıyor musun buna, direnmekten ne anlıyorsun?
İmza için gelen eşe dosta ezberden “direnirse kazanacak şiire, iyi bir okur olması dileğiyle, sevgiler” yazıp gönderiyorum. Yine de bu sloganı sahiplendiğimi veya doğruluğuna inandığımı söyleyemem. Kitapta yer almayan bir şiirimde “kim savaşırsa savaşsın; sürekli ben kaybediyorum” demiştim. Kitapta yer almayan bir başka şiirimde de kaybetmekten aldığım hazzı tarif etmeye girişmiştim. Lafını çok geçirince merak ettim şimdi. Ben şiirlerimi kitabıma niye almıyorum? Neyse, ben de çok uzatacağım gibi duruyor. Özet geçeyim. Saydıklarının etkisinin yanı sıra, kimse şiir okumak istemiyor, bir. Şiir kazanmayacak, ama direnince çok güzel oluyor, iki. Böyle sıralı bağlı cümleler hep üçle biter, üç.
Bir söyleşi klasiği olacak ama, kitabın adı nereden çıktı?
Street Fighter’dan çıktı. Detaylı bilgi Google’da var.
Bakalım hemen…
Hiç atari salonuna gitmediğimi bir kez daha fark ettim.
Çocukluğunu yaşayamamışsın.
Tek dizelik şiirler yok kitabında. Hatta dize de yok. Onun yerine konuşmayı seçmişsin. Ama anlamak / hakkıyla başaramadığımız / yegâne şeydi diyorsun ‘seremoni’de. Anlamak / anlaşılmakla mı ilgili konuşma tercihin; ne anlamalıyız?
Nasıl dize yok, o kadar alt alta yazdık ya. Ben anlaşılır olmaya çalışıyorum, bu yüzden karşımda biri varmış gibi yazıyorum ama Ömer adlı sadece eleştiriden ibaret bir şiiri de aşk şiiri olarak okuyup Facebook’ta paylaşan gördüm. O yüzden okuyanın anladığı kadarız klişesiyle savuşturayım bu soruyu.
‘Ömer’de okurdan çok şairi eleştiriyorsun ama. çırılçıplak aşığım ömer. hayır hayır, bunu yazmayacağım. / bir buçuk iskender serzenişi yapacağım onun yerine, küçüğünden / iç burkan dizeler döşeyip yalnızlığımdan, / çocuklar doyuracağım ergen. Şiir eleştirisini metinlerden çok şiirlerde görüyorum son zamanlarda; ilk aklıma gelenler İsmail Aslan ve Aslı Serin. Eliot gibi söylersek, şiir eninde sonunda etkileme ile değerini buluyorsa, sen de şiirini bu yolla savunuyorsun diyebilir miyiz?
Şiir eleştirisi mi kalmış, kimin umurundayız ki? Kitap hakkında aldığım en uzun eleştiri Murathan Mungan’ın 140 karakterlik tweet’i. Bu işi yapması gereken insanlar kalem oynatmaktan imtina ettikleri için saydığın isimler ellerini taşın altına koyup kendi işlerini kendileri hallediyor olabilirler. En azından ben öyle yaptım. Bu arada Dans Etmesek de Olur çok güzel bir kitaptır. Keşke kıymetini bilseler.
Nesini beğendin o kitabın; iki cümleyle, üç de olur? Bir de “beğenmek” lafı doğru mudur sence, mesela sen kitabın beğenilsin mi istersin?
Osman Konuk bir sohbetimizde şunu söylemişti: “İnsan tanıdık birini görmüş gibi olur iyi şiir okuyunca.” Sanırım nesini beğendiğimi en iyi böyle açıklayabilirim ben de. Beğenme mevzuu; bence kullanımı doğrudur, hele şiir için çok daha doğrudur. Parçalı Ham’ı düşün, şiirin nabzını aktif olarak yoklamayan okuyucuya o kitabın bir şiir kitabı olduğunu dahi anlatamazsın. Türün, daha kendi içinde devamlılığı yok, sürekli, besleneceği yeni bir kapı açılıyor iç dinamiklerinde, yerinde saymaya tahammülsüz. Başta okuyucuya karşı mağlupsun bu yüzden, yazdığının şiir olduğuna ikna etmen gerekiyor kendisini. “Beğenmek” lafzı bu şartlar altında çok bile demek istiyorum. Kitabımın beğenilmesini de isterim, neden istemeyeyim? Ama bu sonraki aşama. Önceliğim okuyucuya ulaşabilmek benim. Kitabevlerinde yokum, göz önünde değilim, dergilerde çıkmamışım, kimse beni tanımıyor, neler yazdığımı bilmiyor, yetmiyormuş gibi Prefix stoklarında yüz bini aşkın kitap var. Okuyucu o hengâmede nereden görsün de alıp okusun Kırmızı Perfect’i?
Yine ‘seremoni’de elimi de kestim doğru/ama cama yumruk attığımda değil/geri çektiğimde o yumruğu, diyorsun. Hep bir yalnızlık var şiirlerinde, kimlerden aldın bu yalnızlığı; tespit doğruysa tabi?
En yakın arkadaşım sorulduğunda hep Osman, derim. Onu da ben yazmışım, ben yaratmışım, kontrolüm altında yani. Gerçekte en yakın arkadaşımın kim olduğunu ise bilmiyorum. Beş sene görüşmesek de, görüştüğümüzde aynı frekansı yakalayabildiğim çok güzel arkadaşlıklarım var, sürekli görüştüklerimle aramız zaten çok iyi. Ve fakat insanlarla arama hep bir mesafe koymuşumdur. Muhafazakâr bir sülaleden Kemalist bir yakın çevreye geçişte kendini hiçbir tarafa ait hissedememe sendromuna yakalanılıyor. Ben bunu ilkokuldan başlayarak üniversitenin ortalarına kadar yaşadım. Şimdi eskisinden biraz daha kalabalık hissediyorum, belki bundan sonra o da yansır şiirlere.
Ayar veren, tespit yapan, tanımlara geçirip tanım yapan, kendinden emin, hesaplayan bir şairsin (bir (1) kitapla şair olunur mu [bu, ara soru olsun]); oysa şimdilerde şiir “acemilik” vurgusuyla yazılıyor. Hiç korkmuyor musun? Hesaplayan, demişken, garsonun bakışlarını hiç beğenmedim…
Bir kitapla şair olunur, bunun en iyi örneği Ahmed Arif’tir. Ben şair değilim o ayrı. Acemilik vurgusuyla yazılıyor şiir, doğru söylüyorsun, çünkü öyle yazmazsan olmuyor. Bin çeşit meslek var, kimse benden çok iyi sünnetçi olur deyip eline bıçak almıyor ama. Kimse ıspanağı, elmayı çok iyi seçiyorum en iyisi manav olayım da demiyor. Ama herkes nitelikli bir şiir yazabileceğine inanıyor. “Kitap çıkartmışsın Gecü hayırlı olsun” diye yanıma gelen herkes “ben de küçükken / lisedeyken şiir yazardım” dedi bana konuşmamızın devamında. Aşk acıları geçtiğinde bırakmışlar. Sen eşiyle boşandıktan sonra dükkânını kapatan bir bakkal tanıyor musun? Az önce kimse şiir okumak istemiyor demiştim ya, nedenini de söyleyeyim. Herkes şiir yazabileceğine inanıyor da ondan. Yine ayar verdim, tespit yaptım, huyum kurusun. Kahveleri de tazelesek iyi olacak.
Dene’mek köküne çokça vurgu var kitapta. kimsenin beni sevmeyi denememesi üzerine, 1. deney – sel, 2. deney – deprem, inanmazsan dene, dene sen kabinde. Kabaca, deneysel şiir demek çok mu kaba olacak bilmiyorum ama bu şiir türü hakkında ne düşünüyorsun?
Ben genelde bir şey deniyor oluyorum şiirde. Yine de deneysel şiir başlığı altında toplamam yazdıklarımı. Lirik, satirik veya didaktik, dahil olacakları bir başlık bulamayanların kaçış noktası değil mi deneysel şiir dediğin. Ben dahil olacak bir yer aramadığım için üzerine çok kafa yormadım. Ama deneyselliğin kalkanına sığınıp kelimelerden atlar kuşlar şemsiyeler çizmeye çalışmayacağıma huzurlarınızda söz verebilirim. Kitaptaki kelime tekrarlarına dönecek olursam, öyle denk gelmiştir. Zaten topu topu 29 harf var kaç ayrı kelime yazılabilir ki?
Neden, neye sığınma ihtiyacı duyuyor bahsettiğin kimseler?
Tam anlatamadım herhalde. Örnek veriyorum, görsel şiiri deneysel şiirin bir alt başlığı olarak inceleyeceksek, ona varım, o iyi. Ama kelimelerle resimler çizmeye çalışanlar da var, resmi tamamlamak için bir sürü harf yığını oluyor o şiirlerin içinde. Kelimeler birbirine karışıyor, şiiri okumaya neresinden başlayacağını bile bilmiyor insan. Bundan bahsediyorum, deneysel şiir adı altında dezenformasyon. Bunlar hep bencesidir işin.
Depresyon bir imkân mıdır şiir için?
Ama sen böyle pat diye konudan konuya geçersen önceden hazırlanmış sorulara kendi kendime cevap veriyormuşum gibi olur. Lütfen sorularımızı buna göre seçelim. İllâ cevap isteyeceksen de, depresyon şiir için bir imkandır, evet. Ben bu imkânı kullanmayı tercih etmiyorum sadece. Kimse bir şey demedi madem, kendim tanımlayayım; güleryüzlü bir şiir yazdığımı düşünüyorum, bunun için de üretirken mutlu olmam gerekiyor.
Pat diye haksızlık mı ettin sanki bana? Serotonin / uyku ve huzur / az biraz mutluluk / eksik salınınca beynine / depresyona girmesi / kaçınılmazdı (muadil). Gerçekten düzenli midir uykuların; huzurlu musun şimdi?
Hiç değildir… Üç gün art arda ikişer saat uyuyup bir sonraki gün on altı saat yatabilirim. Bir şekilde dengelemeye çalışıyorum. Huzurlu da değilim. Külhanbeyi diktatör bir başbakanım, onu alternatifsiz kılan etkisiz bir muhalefetim, yaltakçı bir medyam, hakkını daha önce hiç savunamadığı için rüzgâr nereden eserse oraya koşan aciz bir halkım ve hâlâ hükümetin faşizminden bihaber, istikrardan memnun bir babam var. Düşününce bana üç saat uyku da çokmuş.
Taksim Gezi Parkı Direnişi için ne söylemek istersin?
Polis bizi öldürmek istiyor.
Yavaş yavaş kalkalım mı? “Genç şaire öğütler”in nelerdir?
Kalkalım. Şiirleri yayımlanmayınca üzülmesinler. Yayınlamayan dergilere, yayınevlerine kızıp kendi imkânlarıyla kitap çıkartmaya da çalışmasınlar. O parayla on gün yurtdışına tatile gidilir. Daha iyidir.
Son olarak “yeni bir kitap projen” var mı?
Aslında yok. Ama “Sünepe” diye bir uzun öykü / kısa roman yazmıştım. Raskol basmadı. İlk reddedilişin hırsıyla İletişim’e gönderdim dosyayı. Onların da basmayacağını varsayarak yeni bir kitap projem şimdilik yok, diyebilirim. Basarlarsa mesuliyet kabul etmem.
Teşekkürler.
Ben teşekkürler.
Ücra, 53. sayı, Mayıs-Ağustos 2013.