Portreler (4)
Ömer Şişman: İçeriden Zincirlenmiş Deli
Çocukluğumu sen anlat Rimbaud:
“ […] Yazları
Özellikle, sıkıntılı ve baskılanmış haldeyken, inatla
Kilitlerdi kendini helaların serinliğine.
Ve orada, düşünürdü huzur içinde, açarak burun deliklerini.”
(Dramatik İyileşmeler’den)
Bu yazıya başlamadan önce Ömer Şişman’a whatsapp’tan bir mesaj atıp nereden başlayacağımı bilmediğimi söyledim. Açıkçası şiirinden başlamak içimden gelmiyordu. Şairi bulmak bana daha ilginç geliyordu. Üstelik iyi bir eleştirmen değilim, Capote usulü şahsiyet fotoğrafları çekmekten daha çok hoşlanıyorum. Deneyeyim.
Ömer Şişman’ı iki kere gördüm. İlki 2013 yazı olmalı, kitabevinin ofisine uğradım tanıştık. Güleryüzlü, sakindi. Ben sessizdim. Bana yeni çıkan kitaplardan birkaç tane verdi, ofisten ayrıldım. Sonra -sanırım 2019’da- Ankara’ya geldi. Burak Acar’la birlikte. Torun’da 160. Kilometre’nin kitapları sergileniyordu. Bende kaldılar. Yine pek konuşmadık. Dostları haricinde kimseyle konuşmaya gönüllü olmadığını sezdim. İnsan kotasını doldurmuştu sanki. Bir akşam şiir üzerine konuşuluyordu, Ömer bu konuşmaya katılmadı, balkona çıkıp bira içmeyi tercih etti. Bu hareketi bende -nedense- tuhaf bir suçluluk duygusu yarattı. İnsanları küçük düşürecek sözler çıkmıyordu ağzından ama bir gizli perdeyle ayırıyordu kendisini sanki. İçerideki tartışmadan nefret etmişti. O andan sonra sessizliği ve güleryüzlülüğü tedirgin etti beni. İşin aslı Ömer’i pek tekin bulmamıştım. Thomas Bernhard’ı sevdiği bilgisine sahiptim. Ve Bernhard romanlarındaki derin alaycı, total dışlayıcı, cinaî delinin oralarda bir yerde durduğundan şüphelendim.
Küçük bir sapıklık faslı başlıyor:
Ankara kaldığı süre boyunca yatağımı ona verdim. Yeni bir depresyon atağındaydım, uyku tutmuyordu. O içeride yatağımda yatarken, ben taşındığım salonda, Dikenli Zıplak’ı (2017) okudum. Bu dede-baba-oğul anlatısı öyle etkiledi ki beni, Can’ı (Ömer’in oğlunu) kıskanırken buldum kendimi.
Röntgenciliğimi affederse, Ömer’in parfümünün Zara olduğunu görmüştüm. Evimden ayrıldıktan sonra yastık kılıfını bir süre değiştirmedim. Dikenli Zıplak’taki Baba, babasının (Dede’nin) ölümüne hazırlanırken oğlunu çok sıcak bir merhamet ışığıyla aydınlatıyor, neredeyse Platonik Babacıl (ki bu vurgu benim için büyük önem taşıyor) kollarla sarıp sarmalıyordu. İşte bu duygu yoğun kalp eksenine girebilseydim depresyondan kurtulabileceğimi düşünüyordum. Şöyle yazıyordu:
“Canım oğlum – dikenli zıplak-
sol gözün ben olayım diyeceğim ama
Ben de – dikenli zıplak – dokuz numara miyobum
Bu korsan maskesi – dikenli zıplak – yakıştı sağ gözüne
Biraz – dikenli zıplak – buruk dursan da
Üzülme deyip duranlara – dikenli zıplak –
üzülmüyorum ki demeyi bugün öğrendin.”
Ömer Ankara’dan ayrıldıktan sonra en sevdiğim kitabı olan Dikenli Zıplak’ı tekrar tekrar okudum. Hatıra ve rüya kayıtları, gün dökümleri, babalık ve oğulluk mevzuundan örülmüş kitabın başında Cézanne’dan bir alıntı vardı.
“Doğarken birlikte getirdiğimiz
o belirsiz duyuları ifade etmeye
çalışmayı sürdürüyorum.”
Bu alıntının Ömer’in bütün kitaplarını altında toplayabileceğini düşündüm. Dikenli Zıplak’ta, dikenli zıplak tamlamasıyla (Küçük Oğul tarafından bulunmuştu) oluşturulan her bir his ve düşünce karesi, kendi kreşendolarına sahip birer etüt gibi gelmişti bana.
1) Oğlu (çocuk, merak, enerji) ve Babası (ihtiyar, bilme, gerileme) arasında ölüm-yaşam etüdü.
2) Hastanedeki babasının epikrizindeki soğuk gerçekliğin yanında oğluyla geçirdiği mesut saatlerin iç içe geçişinin etüdü,
3) Kendisinin belirttiği üzere, kuvvetli bir hafızadan dökülen ergenlik anılarında çocuksu masumiyetin yırtılışına dair etüt,
4) Rüyalar etüdü,
5) Dikenli zıplak tamlamasının her devreye girişinde, yaşamın olağan akışını kesintiye uğratarak vasattan çıkardığı his ve düşünce karelerinin çeşit çeşit notasını toplayan etüt.
Birkaçını fark ettiğim ama daha çok, tiklerinin şiiriyle ilişkisi üzerine yazılanlardan fikir sahibi olduğum Ömer, bu kimyasını kapansı bir makine, belki de bir kelebek kepçesi haline getirerek kullanmanın bir yolunu bulmuştu sanki. Kelebek avcıları uçuşan onca yaratığın içinde nadir olanı ansızın görür. Bu makine ya da kepçe, yaşamın yığışan anlarında şiir ağına katılacak kesitleri avlıyordu. Öyle bir makine ve kepçe ki ağa dahil olacak parçaları aramıyor, tabii biçimde buluyordu sanki. Aslında bütün kitaplarında şehri, semti turlayan bir şair vardı ve bu şair kapanıyla beraber yürürken -son kitabı Empat’ın (2021) da adını düşünürsek- vuku bulanların ya da bulacakların kokusunu alıyor ve bulgularını (sanırım doğru sözcük) kayda geçirmek kalıyordu ona.
“Bir yerlerde kavga var | sesleri bir tek ben duyuyorum
Kavga elektriği önce bana ulaşır | 30 saniye sonra yanımdakilere
Her akşam imdat diye bağırıyor birileri | Duyuyorum” (s. 21)
Ömer’in kitaplarına baktığımda, sadece sokağın değil, mesela internetin de keşmekeşine bir dalış (evet, bence bir dalma hali bu) gerçekleştiren Obsesif Toplayıcıyı görüyorum. Kapan, sokakta ve internette Parlak Saçmanın, Münferit Olayın, Komik’in içinde Dramatik, mücevherimsi bir parıltı saçan Memleket Dolantısının kalbini sökmek için dolaşıyor. Bazen capsliyor, bazen -şairde bir parça bulunduğu kanısında olduğum paranoyak duyarlılıkla- kokusunu aldığı Vukuat’ın çevresinde bir tam tur çiziyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Ahmet Güntan’ın, Zehra Sahipsiz Değil Üç Jeneratörü Oldu şiirinde ağladığını okumuştum. Bunun çok yerinde bir tepki olduğunu düşünüyorum; nasıl yapıyor bilmiyorum ama Ömer kendine özgü tuhaf mekanizminin içine bir anda patlayan duygu şokları yerleştiriyor.
Benim Ömer’i tanıdığım ilk şiir, hata devam ediyor’daki (2005) gerçekiçi’ydi
“bugün bir mektup geldi:
cafer yardım etmelisin
meral çorumlu
çıktım. halk otobüsünde kaynayıp
rıhtıma indim midye dolmacılara
banklarda oturanları, tiyatro önünde buluşanları
meydandaki ekrandan reklamları izledim bir süre”
Bu erken dönem şiirinde, dolanan / meraklı gözün ve arka planda çalışan (neredeyse) psikotik zihnin hâlâ daha devrede olduğunu düşündüğüm oluyor. Esasında büyük bir kucaklama ve sevme potansiyelinin içinde çalışan atak halindeki nefret ve dışlama hâli, tek tek şahıslara yönelmiş o kırıcı alay en başından beri görünür geliyor bana. Şairin kimyasını doğru okuyor muyum bilmiyorum, çünkü kesinlikle -sadece belli, ‘seçilmiş’ kişilere açtığı içi dışında epey dirençli bir okunaksızlığı var. İnsanlara kapatılmış, dışını birkaç jestle sınırlamış bir şahsiyet.
Erotik bir imanın barınmadığı (annesinin eve götürmesi için verdiği yemekleri önce çöpe atıp ardından suçluluk duygusuyla çöp konteynırına girdiği ve çöp-kadınlar ve çöp-adamlarla giriştiği orjiyi anlatan o ilginç şiir dışında) bu evrendeki cinsel soğukluk da ilgimi çekiyor. İnternette polemiklere karışmış, kıskanılmış, gördüğüm kadarıyla zaman zaman nefret kusulmuş bu şairi, o internet çatışması içinde takip ettiğimde, şairin üstüne boca edilen patolojik hınca bir kez bile hınçla karşılık vermediğini görüyorum. Bazen öfkenin (ama asla hıncın değil) izleri görünür oluyor, ama eninde sonunda, merkezindeki ruh haline geri dönüyor. Bu ruh halini Dramatik İyileşmeler’den (2018) alınmış aşağıdaki alıntıda görebiliriz belki.
“Ay beni takip ediyor
O kadar duygulandım ki ağlayabilirim
Bazen çok mutluyum
Bazen de çok mutsuzum”
İşte bu. Ömer’i bu ve aşağıdaki parçaların içinde az çok pozlayabiliriz sanırım. Bir duygu patlaması; hemen ardından, birkaç şiir sonra, mekanik göz-kulak terkibinin kayda geçirdiği bulgu.
“Adamın montu ile hava: Frışıt fışt fişuvıt fışt fıhıvt…”
“Köpeğin ayakları ile sokak: Patta patta patta patta…”
Han kapıcısının penceresini, çıkmak üzere olan bir kavgayı ve internet haberi olarak “eroin bir can daha aldı”yı da kitabına yerleştiren Ömer’i düşündüğümde; obsesif Toplayıcıyı, yoğun-semtte ve yoğun-web’de dalışa geçen Avcı-kişiliği, geçirgen, duygusal Deriyi, iç dünyayı eksilterek dışa açılmış -denir ya- göz-kulak kesilmiş bir varoluşu aynı anda görüyorum. Ve o iyicil, sevmeye -sanırım- doğuştan yatkın, kırılgan kimyanın geri çekilerek yerini olaylar ve nesneler düzeninin tasnifi ve teşrihine bıraktığı anlarda içim -sahiden- buz kesiyor. Ve Ömer’in nefretinin, alayının, (mecazi biçimde) cinaî düşüncelerinin hedefi haline gelmenin epey üzücü olacağını düşünüyorum.
Bana göre Ömer, gelmiş geçmiş en iyi şairlerden biri. Abartıya yatkın bir kişiliğim olduğunun farkındayım ama bunu olabildiğince nesnel bir şekilde dile getiriyorum. Varoluşunun tıpkısı bir şiiri var. Ben bunu; şiirini mevcudiyetinde dolaşım halindeyken görebildiğim şairi seviyorum. Instagram’ı yok, Ömer’i dikizlemek, günlük hayatına sızmak çok zor. Bu bile inatçı bir kapanmanın ve kendini dostlarına saklamasının kanıtı. Dolayısıyla gündelik numunelerine, gelişigüzel fikirlerine, filtresiz akışına tanık olamıyoruz. Fenerbahçeli olduğunu biliyorum. Bu bilginin bile şiirinde parlak, duygusal bir kimlik izi bıraktığını söyleyebilirim. Tekrar başa, takıntılı biçimde okuduğum Dikenli Zıplak’a dönersek; ılık, ıslak, ter kokan ergen gruplarının futbol ve kerhane odağında çizdikleri kuvvet hattının biraz içinde biraz dışında durduğunu öğrendiğimiz Ömer’i en saydam haliyle bulduğumuz kitap. Yumuşak başlı, kapsayıcı bir Baba’nın kanatları altında büyüyen Oğul’u, kendi oğlu için kanatlar büyütürken görüyoruz. (Psikanaliz sürecine girsem sanırım buradaki Baba idesini masaya yatırmam gerekir.) Şairdeki filigranı ışığa tuttuğumuzda görebileceğimiz, gerçeğe en yakın görüntü bu sanırım. Meleksi, (yavaş yavaş) tüylenen kanatlarını, Sevmek mastarını bir çocuk üzerine yerleştirişini, ölüm karşısında biraz soğuk biraz boynu bükük kırılganlığını, domestik erkekliğinin içinde pusuya yatmış deliyi, gündelik hayhuydan sıkılan ama o hayhuyun doğasına merakını yitirmemiş çalışkan kâşifi aynı anda görüyoruz.