Portreler (2)
İlhan Berk: Korkunç Güzel Beyaz Sayfa
“Her şey yerinde doğrulanır. Fırtına fırtına olduğunu bilmez. Bilse de değişmez. (Uzun Bir Adam, YKY, 2005, s.82)
I
İlhan Berk 1955’te günlüğüne şunları yazıyor: “(…) Sonra kalkıp karımla tekrar Viva Zapata’yı gördük. Bu üçüncü görüşüm Kazan’ın Zapata’sını. Bir daha anlıyorum, iyi film, rejisör işi. Kazan bizim Kayseri’yi, öbür Orta Anadolu şehirlerini niye seviyor daha iyi anladım. İlkel bir yönü var Kazan’ın, bayılır ilkelliğe. İlkel olmanın, şüphesiz, hiçbir güzelliği yok ama, ilkelliğin bir yalınlığı var, o çok güzel gerçekten. Alıvermiş o kayalık o çalılık yerleri olduğu gibi de koymuş filmine.” (1) Güncenin bir başka yerinde de şöyle yazıyor: “[Ozan,] çözülmüş, yalın bir evren getirip kor önümüze.” (2)
Bir İlhan Berk portresi oluşturmaya bu iki alıntıdan başlamam gerektiğini düşündüm. Onun net bir pozunu yakalamaya çalıştığımda, öncelikle, (kendisinin de ara ara belirttiği gibi) düşüncelerle pek işi olmayan, şiiri ‘izleme’ halinin içinde arayan şairle karşılaşıyorum. Bu erken dönem notları bana şiirinin temel çatışmasını veriyor: Bu külliyat bir yanıyla yalın, el değmemiş, dil ve zihin zoruyla değiştirilmemiş ‘masum yeryüzü’nü görmeye yönelik imkânsız bakışın peşinde. Öyle ki (tutkuyla bağlı olduğu) bir materyal olarak ‘beyaz sayfa’ yeryüzü denen atomsal yığışımı toplamak için çok dar, ama aynı zamanda o yığışımsal kaosa bir yapı, seyirlik bir plastik verdiği için de (onun deyişiyle) ‘korkunç’ güzel.
Tam bu noktada İlhan Berk’i İlhan Berk yapan çift kalplilikle karşılaşıyoruz. Şiir üzerine yazılarının hepsinde yazmayı bir cehennem olarak tarif etmesi boşuna değil. Belli ki dilin yeryüzünün yeryüzülüğünün mutlak bir kesinlikle ortaya çıkmasında bir engel olduğunu düşünüyor. Akıl yürütmesinde dönüp dolaşıp takıldığı bir yer var: Madde, bir kez kelimenin ağına düşmeye görsün, o an, maddeliğinin açık seçikliğinden eksilmeye, ilkel güzelliğini (bu güzellik maddenin kendini bilmemesinden, düşüncesizliğinden geliyor) kaybetmeye başlıyor. Şair, burada takılıp kalırsa, mutlak bir susma haline teslim olmak zorunda. Ancak yazmak; doğrusu yeryüzünün ve maddenin inatçı sessizliğini (masumiyetini) bozmak istiyor. Beyaz sayfa, bu yanıyla, yeryüzünün ve maddenin (zor kullanılarak) konuşturulduğu yer. Defterleri için söylediği gibi bir laboratuvar.(3) Yani yeryüzünün ve maddenin şair tarafından birimlere ayrıldığı, açık seçikliğe en yakın fazın saptandığı ve (ani bir ışık parlamasıyla) pozlandığı yer. Berk bu pozlamanın (ne yazık ve ne harika) yeryüzünü ve maddeyi değiştirdiğini, esasında yeniden icat ettiğini iyi biliyor. İşte bu yüzden Berk için beyaz sayfa mucidin ve kâşifin çatışmasını gösteren bir ekranmış gibi geliyor bana. Bir yanda dünyanın dünyalığını mümkün mertebe açığa çıkarmak, diğer yanda dünyayı dilde yeniden bulup kurmak.
Burada durmak ve portreye yeni bir şekil vermek istiyorum. Şöyle söyleyebilirim: Beyaz sayfanın ‘eşyalığı’ İlhan Berk’te iç alemin tasfiyesini başlatan bir ağırlığa sahip. Yeryüzü/dış dünya, madde/eşya karşısında iç alem silinmiştir, zihin yeryüzü parçalarını ve maddeyi toplayan bir mahfazadan ibarettir. Poetika’da ses’in öznenin yerini almasından bahseder. Öyle ki dil yazanı dışlayıp yerine geçmiştir.(4) Türk şiirindeki bu atılım, iç alemin ortadan kaldırılışı ve dışa açılış kesinlikle bir olaydır. Şair ‘düşünceleri olmayan dünya’yı izlemek için dışarı çıkmıştır. Dünya ketum bir halde beklemektedir, ancak kelimelerle giydirildiği takdirde (kendisine bizzat benzemeyecek olsa da) ‘şairi yutan dilde’ konuşmaya başlayacaktır. Uzun Bir Adam’da şöyle yazar. “Başkalarını bilmem, ben yaşayamadığım için yazıyorum. Bunun dışında yaşamak benim için bir sıkıntı, bir o olmuştur. Kaleme hep bu sıkıntıdan sıyrılmak, kurtulmak için sarıldım. Kurtuluşu onda buldum. Yaşasaydım sanki hiç yazmazmışım gibi geliyor bana.” (5)
İlhan Berk için eşyalar (ki harfler bile onun için bir eşyadır), yani yeryüzü başta bütün uzamsal alanlar kütlesel şekiller ve bu şekillerin ‘anlamsız’, dolayısıyla ‘düşünmeye gelmez’ güzelliğini seyretmek öyle çekici ki, benim için, bir noktada şairin portresi bir çift göze kadar daralıyor. Düşüncenin ve duyguların dalga izlerinin tamamen silindiği, şairin bir çift gözden ibaret bir ‘algı kapanı’na dönüştüğü bu an bana çok ilginç geliyor. Kendi şiirini de bir eşya gibi algılayan şairin şu sözlerine bakalım: “Bir su saati aldım. Kutu gibi, küçük bir gereç su saati. Ama ağır mı ağır. Güzel de. Bütün gereçler gibi.”(6)
Beyaz sayfa da bu gereçlerden biridir işte. Harflerle doldurulmayı beklemektedir. Ama aynı zamanda boşluğun, sessizliğin ve ‘kör alanlar’ın uzamıdır. İlhan Berk şiir serüveninin tamamında, sayfanın boşluğunda ‘söylenemezi’ aramış (7), bu ‘modern’ arayışı gecikmiş biçimde ama ölene kadar takip etmiştir. Beyaz sayfa, aynı zamanda sayfa dışılığı da şiire sokar. Okur bu kör alandan da şiire girebilmeli, beyaz sayfanın tüm kapıları okurun girişi için açık olmalıdır. (8) Yeryüzünün ve maddenin bir kısmı her zaman beyaz sayfanın dışında kalmak zorundadır. Bilhassa son döneminde eskizlerini de şiir kitaplarına alması bu düşünceye dayanıyor olmalıdır. Dolayısıyla Berk’in şiirini her zaman bir enstalasyon ya da peyzaj şiiri olarak görmek gerekir. Ancak o zaman kendini açmakta, okunur (Berk terminolojisiyle ‘görünür’) hale gelmektedir.
Bazen şiirlerinden çok bununla, yeryüzünü ve maddeyi avlama, kavranamaz olanı beyaz sayfanın kör alanlarına havale etme tutkusuyla ilgileniyorum. Öyle ki bize şairin tutumuna ilişkin ilginç doneler veren şeyler bu tutkuda gizli gibi geliyor bana. Şöyle söyleyebiliriz: Yazı uzamının kriz halinde bir evren olduğunu keşfeden ilk şairimiz İlhan Berk. (Nazım’ın şiiri beyaz sayfayı İlhan Berk’ten önce uzamsal olarak buluyor, ancak bunu neredeyse saplantılı bir ‘teori’ haline Berk getiriyor.)
*
Onu gözümde -bilhassa Halikarnassos’ta- dağ bayır gezerken ve dünyaya bir beyaz sayfa olarak bakarken canlandırıyorum. Can sıkıntısından muzdarip olduğunu sık sık dile getiren ve yürümeyi seven bu adam, bu haliyle, zaman zaman şiirlerinde de ortaya çıkan ilk çağ maddecilerine benziyor biraz. Portresini oluşturmaya buradan da başlayabilirdim: Güneş yeryüzünü aydınlattığında (şiirlerinde gece kompozisyonları bulmak çok zordur) kendini ilkel yalınlığın ortasına fırlatmış, maddeyi (bilinç düzeyinde tamamen ele geçiremese de) bir anlığına yakalamak için dikkatle bakan şair. İzliyor. Sessizliği ve sesleri dinliyor. Anlamsız güzelliğin ve kendi-halinde-dünyanın onu ele geçirmesine izin veriyor. Kendini serbest bırakıyor ki madde gözlerden, kulaklardan, deriden sızsın ve zihinde bir dize halinde patlasın. Yürüyor. ‘Anlamsız’ bulduğu için sevdiği Paris’te yürüdüğü gibi. Yeryüzü tarafından sarılmak ve şeylerin varlığına maruz kalmak, madde tarafından neredeyse bir punctum etkisiyle delinmek için kendini dünyaya açıyor. İç alem alabildiğine boşaltılmış. Kendilik duygusu ‘eşyaların duyguları’na yer açmak için geride bırakılmış. Dolmak için bekleyen neredeyse boş bir özne gözlerini ve kulaklarını açıyor.
Yukarıda çizdiğim portrenin bir doğrulamasını Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum kitabında buluyorum ben. Kitabın hemen başında beyaz sayfanın kör alanına dair bir ibare var. Defter karalamalarını neden kitabına aldığını açıklıyor: “ (…) yazmak eylemi sırasında pek çok dize (şiir uçları) asıl metnin dışına taşmış, atılmıştır. (…) Okuyanları (okurları demek istemiyorum, onları kendimle örtüşmeye götürmeye gerek yok) bundan yoksun etmek istemedim.” (9)
Şiirlerden birinin adı:
“NERDEN BAKSAK KENDİNİ ANLATIYOR HER ŞEY.”
Şiirin bir yerinden alıyorum:
“Ah, hiç tanışmamalıydık adlarla. Adlarla gördüğümüz dünya, dünya değildir. Bu yüzden yeryüzünü görmeden göçüp gidiyoruz. Ağırlığı olmayan yoktur. Burdan başlamalıydık. Artık ne yazarsak ölümü yazarız, ölümü ve zamanı.” (10)
Bir başka şiirin adını “DÜŞÜNMEK İSTEMİYORUM” koyacak ve şiirde şöyle yazacak: “Dünya benim yerime düşünüyor.” (11)
Yeryüzünün bizatiliğinin yaşanamazlığına dair akıl yürütmenin en kuvvetli olduğu kitaplardan biri bu. Dolayısıyla onu yeniden kurmamız gerektiğine, bir söylene dönüştürmek için de ‘beyaz sayfa’ya -ya da mutlulukla icra ettiği tek eylem olan resimle düşünürsek eskiz sayfasına ya da tuvale- ihtiyacımız olduğunu ‘yılgın bir biçimde’ kabul ettiği kitap da bu.
İlhan Berk’in öznenin varlığını hiç tanımamış ve mutlak birliğinin masumiyeti hiç bozulmamış numenik dünyaya duyduğu özleme “ASKELOPİS” şiirinde bakalım:
“(…) Nesneler böyledir, herkese görünmez. Gizliliği sever. Şairler gibi de beyaz bir dille konuşurlar. Us bunu kavrayamaz. Ama görünmeyen de yoktur. Nesneler bunu bilmez. Niçin bilsin? Hem bilmek nesnelerin işi değildir. Balıklar içinde yüzdükleri suyu biliyor mu?” (12)
Hemen arkasından şairin, yani dilin belirdiği ve nesneler dünyasının aşkınlığının beyaz sayfada çözüldüğü an gelir.
“Nesneler sözcüklere dönüşmeyegörsün durdurulamaz. Yerküreyi sararlar; sonra da binlerce tümceye dönüşürler. Yeryüzünün bir ucunda binlerce nesne her sabah bunun için uyanır. (…) (Ayak basılmadık yerlerini benden esirgeme, çok görme bana bunu, sevgili dil.)” (13)
Portreyi burada kesip İlhan Berk’i Ahmet Güntan’a sormak istiyorum.
II
İlhan Berk’i tanıyorsun. Görüştüğünüzde neler yapardınız? Belli bir rutininiz var mıydı?
Ben İlhan’ın son on yılının yakın arkadaşıyım. Aydınlık bir insandı, insanlarla beraber olmayı severdi, benden önce dönem dönem çok yakın olduğu insanlar var, ben sonunculardanım. Başlangıçta beni merak ettiğini ama benden çabuk sıkıldığını hissederdim. Buluşmalarımızı aniden keserdi, sıkılıyordu herhalde. Kendi deyişiyle “kenarda durmamı” severdi. Bir gün Rimbaud hakkında konuşurken Blanchot’dan bahsedince Blanchot’yu bildiğime çok şaşırdı, “Sen demek ki böyle kenarda durup her şeyi okuyorsun” dedi, bu onun övgüsüydü. Bir de “etrafında yazılanları hiç bilmiyormuş gibi kendi şeyini yazmanı seviyorum” derdi, bu merakla tanıştık. Sessizdim ben o zamanlar, sonradan açıldım. Yavaş yavaş beraber geçirdiğimiz saatler uzadı. Genellikle dolaşırdık. “Bakalım sokaklarda ne var” derdi. Bir gün bir gözlükçüye girdik, gözlüğünü tamir ettirmek için. İş biraz uzadı gözlükçüde, ben sabırla gözlükçünün gereksiz konuşmalarını onun yerine göğüsledim. Birden bana döndü, “Ya seninle ne güzel böyle kardeş gibi yan yana” dedi. O noktada beni gördüğünü hissettim, sonra işte bayağı yakınlaştık. İstanbul’a geldiğinde sabah kahvaltısında bulurdum onu erkenden. O da Yahya Kemal’i Park Otel’de kahvaltıda yakalamış, benim de onu kahvaltıda yakalamama gülerdi. Sonra beraber yan yana kardeş gibi güne akardık, Tünel’deki Kaffeehaus kantinimiz gibiydi. Orada başkalarıyla buluşurduk. Beyoğlu’nu yürürdük. Biri bir gün bizi İstiklal Caddesi boyunca takip etmiş, sonra gelip İlhan’ı bulmuş, takip ettiğini söylemiş, çok sevinmişti. Şairlerin toplumdaki yalnızlığına hiddet duyardı. “Böyle boktan bir şey, anlıyor musun?” İstanbul’u dolaşırdık, rutinimiz buydu. Zeyrek, Süleymaniye, Divanyolu, Beyoğlu, Galata, Boğaz… Ahmet Haşim’in mezarını bile aradık beraber, o yokuşu benden önce tırmandı yaşına rağmen. Dimdik bir adamdı. Bodrum’da beraber nöroloğa gitmiştik, rutin muayene… Doktor çok beğendi İlhan’ın mobilitesini, çıkışta koluma girip “Bu dizlerle ben 100 yaşına kadar yaşarım” demişti. Entelektüel bir ilgiden doğan ama dünyevî bir sevgiye dönüşen bir arkadaşlığımız vardı. Kalabalıklara karşı beni kalkan olarak kullanırdı. Etrafını insanların sardığı olurdu bazen, önce hoşuna gider ama çabuk sıkılan biri olduğu için hemen bunalırdı. Kalabalığın ortasında yukarı doğru “Ahmeeet!” diye bağırırdı, ben kalabalığı yarıp yanına gider, “İlhan Bey yoruldu” deyip bir kahya edasıyla koluna girer onu kalabalıktan kurtarırdım. Çok güzel bir insandı, güzel kelimesi yetmiyor bana. Ben Bodrum’a gittiğimde ise rutini o belirlerdi. Eski bir dostunu beraber ziyaret ederdik. Raşit’in Yeri’ne yürürdük. Bodrum yolculuklarım daha şiirle dolu olurdu çünkü onun evine girmek şiirin hakim olduğu bir dünyaya girmek demekti. Yukarı katta bir odada kalırdım. O odada kendisine imzalanmış kitaplardan oluşan bir kütüphane vardı. Epey bir tereddütten sonra Turgut Uyar’ın ona imzaladığı Bir Şiirden’ini yürütmüştüm. Gecenin bir saati “Hadi sen odana çık artık” diye beni kovalardı. Ben başkalarıyla konuştuğum zaman beni dinler, sonra bir tasdik jesti olarak sessizce kolumu tutardı. “Esas şiir 50’sinden sonra gelir, ne güzel sen şimdi onu yaşayacaksın, ben de seni seyredeceğim” derdi. Bazen bana anılarını anlatırdı. Necatigil anlatmayı çok severdi. Mustafa’yı [ Irgat ] anlatırdı. Ondan çok şey öğrendim. Asla bir öğretmen değildi ama ben onun yanında kulakları açık bir öğrenciydim. Mustafa ile ilgili ikinci bir yazı yazmamı istediklerinde tereddütümü görüp “Yazacaksın, tekrar tekrar arkadaşına sahip çıkacaksın. Bu seni küçültmez, yüceltir” demişti. Böyle böyle ölümüne kadar süren bir yakınlığımız oldu. Ölmeden on gün önce onun evinde kalıyordum, çok ağrıları vardı, benim bu ağrıları görmemi istemedi, “Hadi sen evine dön” dedi, kahvaltı sofrasında sandalyeden kalktım, oturduğu yerin arkasından dolanıp yanaklarını tersten öptüm. Çocuk gibi gülümsedi. Son fiziksel temasım… Çok şey eksildi arkasından.
İlhan Berk’i kendi kuşağından ayıran bir şey var mı? Ya da şöyle sorayım İkinci Yeni’ye ait olduğu kadar onun dışında duran bir İlhan Berk var mı?
Elbette var. Hikâyeye devamlılığı içinde bakmamız lâzım. İlk kitabı 1935. Son kitabı 2007, ölmeden bir yıl önce. 8 tane onyılı etkin bir biçimde katetmiş arayışçı bir şairden söz ediyoruz. 30’larda, 40’larda, 50’lerde… 2000’lere dek bütün onyıllarda vardı, arıyordu, yazıyordu. Bir İlhan Berk klişesi vardı, yaşlılığında bile ona “yaşayan en genç şair” denirdi, doğruydu bu. Onu İkinci Yeni’ye sıkıştıramayız. İkinci Yeni’nin en makro icracısıdır, o başka. Anlam tartışmalarında en ucu savunmuştur, kendini Mısırkalyoniğne’ye kadar fırlatmıştır, başka kimsenin öyle bir kitabı yoktur. Mısırkalyoniğne tektir. İkinci Yeni’den İlhan Berk’i çıkar, Türk şiirinin bu en çok iman edilmiş dönemi çok şeyini kaybeder. Şiirde bir alana girmeye niyet etmek başka şeydir, o alana girip orada ayakta kalmak, orayı kendine ait kılmak, o alanın şiirini kimsenin tereddüt etmeyeceği bir güçte yazmak, yazabilmek başka şeydir. İlhan Berk fetihçi bir şairdi, İkinci Yeni’de de bir çok alanı o fethetmiş, bizi o alanlara davet etmiştir. Böyle konuştuğum zaman İkinci Yeni’ye karşıyım sanılıyor, bu doğru değil. Tam tersi, İkinci Yeni büyük şairler, büyük şiirler bırakmıştır, imkânları genişletmiştir. Ama İkinci Yeni’yi sonsuza kadar iman edeceğim bir din olarak görmüyorum. O yüzden İlhan Berk’i de İkinci Yeni’den daha fazla bir akış, bir flux olarak görüyorum. Şeyler Kitabı’na İkinci Yeni diyebilir miyiz? Bir ucundan tutup kolayca girilecek bir yapıt değildir İlhan Berk’in bıraktığı yapıt, kolayca indirgenemez, o yüzden gelecekte yaşayacaktır. Onu Bodrum’da son gördüğümde Yapı Kredi Yayınları Delta dizisinden çıkan Toplu Şiirler kitabı önümüzdeydi. Evindeki arka avludaydık. “Bak bakalım kaç sayfa” dedi, hatırladığım kadarıyla “2000 sayfa” dedim. “Delilik değil mi?” dedi hafif gülerek. Hakkı Avan’ın İlhan Berk’in Manisa Yılları kitabını okudun mu bilmiyorum, o kitapta anlatılan edebiyata giriş hikâyesi ne müthiştir. Manisa’nın o yıllarından bizim bildiğimiz İlhan Berk nasıl çıkmıştır, mucize gibi bir şey. İlkokulda yanında çalıştığı dişçi Hüsnü Erman bence biz İlhan Berk sevenlerin büyük kahramanı sayılmalıdır, daha çocuk yaşında görmüş İlhan’ın zekasını. İzmir’de, evimin yakınındaki Mithatpaşa Sanat Lisesi’nden mezunmuş. Okulun önünden her geçişimde Hüsnü Erman’ı mutlaka minnettarlık duygusuyla hatırlıyorum.
Manifestonda dil ve temsil problemine gömülmüş şiire bir itirazın vardı. Öyle ki başka bir yerde “Şiir geldi kelimede boğuldu.” diyordun. İlhan Berk’in dille netameli ilişkisi sana ne ifade ediyor?
2000’lerin başında sevdiği bir kaç şaire birer konu verdi, aynı konuyu bir o bir de seçtiği şair yazıyordu, sonra kitap-lık dergisinde yayınlanıyordu şiirler. Bana “tümce” konusunu vermişti. Ben “cümle” diye yazdım, o “tümce” diye. Ben cümlenin yetersizliğini yazdım, o tümcenin kapsayıcılığını övdü. Ben dilin mucize yaratma yeteneğini her zaman sorguladım, o dille “tansık” yaratılabileceğine inanırdı. Ben “şiir eşittir imge” formülüyle kavgaya tutuştuğumda bir yerde artık ne dediğimi okumuşsa bilmiyorum, beni telefonla aradı, “Şiir imgedir anlıyor musun” dedikten hemen sonra telefonu suratıma kapattı. Hiç aldırmadım, çünkü arkadaşlığımızın temelinde bunların yeri yoktu, bunu çok iyi biliyorduk. Onun yanı başında İkinci Yeni’nin formülüyle kavgaya tutuştum, kızardı ama anlamaya çalışırdı, beni benden de iyi anlardı. Dediği gibi hakikaten dünyada ondan habersiz bir şiir yazılamazdı. Şiiri o kadar çok düşünmüştü ki siz uzun uzun bir şey anlatırsınız, sizi kesmeden dinledikten sonra kısacık bir yorumda bulunur, siz de şaşkınlıkla anlarsınız ki sizin anlattığınız şeyi o çok önceden düşünmüştür, İlhan Han’dan habersiz şiir düşünemezsiniz. Bütün büyük yazarlar gibi o da çelişkileri bir arada tutarak yaşardı, öyle yazardı. O yüzden yazdığın portrede İlhan’ın dille ilişkisi hakkında yaptığın yorumları çok sevdim, çok iyi yakalamışsın. “Dil çok mühim anlıyor musun?”, hep bunu duyardım. Ama Adlandırılmayan yoktur dediği an onun aslında adlandırılmayan o yokluğu sevdiğini anlardım. Adlandırmak, var etmek belki sevdiği imkânsızı kaybetmek olduğu için cehennemdir. Yalnız kaybolduğumuzda varız da demiştir. Benim itirazım şiirin kendi yüzeyine kilitlenmesine… İşi kelimeye dayarsanız boğulursunuz. Modernin bir dönemi olarak görüyorum yüzey çalışmalarını, oradan çoktan çıkılması gerekiyordu. İlhan Berk’in dille ilişkisi senin de yazdığın gibi soyutun soyutunu almak değildir, somut dünyayı okumaktır. Hiçbir şey sadece şey değildir. Yazacağı nesneyi masasına koyup o nesneyle yaşayan bir adamdan söz ediyoruz. Her şeyi ellerdi. En geniş anlamıyla erotik bir insandı. “Her şeyi yazdım, bok’u yazamadım” demişti, onu da ben yazdım, ona ithaf ettim. Şiiri kurmakta ustadır esas, yapısını kurmakta, şiiri tek başına ayakta duracak bir yapı olarak ortaya çıkarmakta. Dil derken Cemal Süreya’nın dilden anladığı değildir onunkisi, yapıdır. Ben hep öyle anladım İlhan’ı. Mina Urgan ona Walt Whitman kitabını gösterdiğinde kitabın sayfasını avucuyla tarayarak “Ne güzel yayılmış sayfaya” dediğini anlatırdı hep, anlatırken de avucuyla hayali bir sayfayı yukarıdan aşağıya okşayarak tarardı. Mimardır İlhan Berk, yapılar kurar, yayılır. Neler neler yazdı, kurdu, nerelere yayıldı bir düşünsene.
İlhan Berk’in günlüklerinde adınla karşılaştım. Kendi kuşağından olmayan şairleri de takip ettiğini biliyorum. Senin şiirin ve kuşağının şiiri hakkında neler düşünüyordu?
Dergicilik henüz ölmemişti, matbu dergiler genç şairleri derginin son sayfalarına koyardı. İlhan’a o günlerde yayınlanan hemen hemen bütün dergiler düzenli olarak gelirdi. Hepsini sondan başa doğru okurdu. Genç şairleri okur, ne yaptıklarını anlamaya çalışır, bazı mısraları kalemiyle değiştirir, beğendiği şairlerin ismini anar, çok beğendiklerinin telefonunu bulmamızı ister, onları arayarak cesaret verirdi. Bu ölünceye kadar böyle devam etti. Daha önce bir yerde bundan söz ettim galiba, bir gün bana “Bir şair ne zaman ölür, biliyor musun?” diye sordu, cevabı bilemedim. “Çağdaşlarını okumayı kestiği zaman” dedi. Ben de ondan öğrendiğim şeyi devam ettiriyorum, yeni yazılan şiirleri kesintisiz izliyorum. Benim şiirim hakkında ne düşünürdü— beni “şair” olarak görürdü, onu biliyorum. Mesela Parçalı Ham. şiirleri yayınlamaya başladığımda bu şiirler hakkında duyduğu şüphenin, rahatsızlığın benim “şair” oluşuma duyduğu güvenden dolayı çok kısa zamanda geçtiğini biliyorum. Hiç beklenmedik anlarda senin şairliğini test ederdi. Milas’ta Migros’a girmişti, ben dışarıda caddede beklerken öyle dalmış Milas’a bakıyordum, döndüğünde “Güzel… Şair bakışı var sende” demişti. İlhan Berk sende şair bakışı buldu mu dünyalar senin olur, onun bu saptamaları haliyle çok hoşuma giderdi, çünkü ona hayrandım. Kuşağımın şiiri hakkında ne düşünürdü— şiire pek kuşak temelinde baktığını hatırlamıyorum. “Bırak onu, boktan şeyler yazıyor”dan “Ya, ne güzel yakalamış”a kadar geniş bir çeşitlilik içinde değerlendirirdi gününde yazılan şiiri. Şairleri, şairlerle beraber olmayı severdi. Lale [ Müldür ], Birhan [ Keskin ], Gonca [ Özmen ], Sezai [ Sarıoğlu ], İzzet [ Yasar ], Haydar [ Ergülen ], Seyhan [ Erözçelik ], Komet— son yıllarda İstanbul’a gelişlerinde beraber olmayı sevdiği şairlerdi. Ben tanımadan önceki yıllarda da onlarca şairle yakın arkadaşlıkları var, biliyoruz. Dostluğu, yakınlaşmayı severdi. Pera’yı yazarken bir ağacın karşısında oturuyor, bekliyor ağaç ona bir şey söylesin diye, ağaçtan bir şey alamayınca kalkarken ağacı tekmeliyor kendisiyle konuşmadı diye. Böyle bir yakınlık duygusu olan bir adam. Ben İlhan’ı o kadar çok severdim ki biraz da korkardım sevgisini kaybetmekten, her dediğini yapardım. Mahfil dergisini çıkarıyoruz Ömer’le [ Şişman ], bir sabah erkenden telefon geldi, “Bana bak, bırak o boktan Mahfil dergisini, hemen bugün kitap-lık’a bir şiir gönder” dedi, kapattı. Ben biliyordum ertesi gün arayıp soracağını, tabii hemen o gün şiiri Murat’a [ Yalçın ] gönderdim. Ertesi sabah gerçekten aradı, gönderip göndermediğimi sordu, göndermiştim— göndermemezlik edemezdim.
Attila İlhan gibi nevi şahsına münasır bir kimyaya sahip şairlere ilgi duyduğunu biliyorum. İlhan Berk’in kimyasını sorsam, neler söylersin?
Çok kibarca özetledin— büyük tuhafları, çatlakları seviyorum, evet. Bu da benim zayıflığım… Oscar Wilde’ın yakasında ayçiçeğiyle karşıdan geldiğini düşün. Ya da Ezra Pound’un yeşil bilardo masası kumaşından pantolonu, pembe ceketi, mavi gömleği, elle boyanmış kravatı, geniş kenarlı şapkası, sakalı, tek kulağına taktığı büyük mavi küpesiyle geldiğini düşün. Yalçın Küçük’ü kırmızı yün atkısı, başında kalpağıyla… Attila İlhan’ı geriden öne doğru kelini kapattığı uzun saçlarıyla ya da meşhur şapkasıyla düşün. Bir yandan da düşüncelerine delice bağlılıkları, tutturuk çıkarımları— büyük değiştirici etkiler yaratışları… Attila ağbi öldüğü zaman onun için en güzel şeyi İlhan söylemişti. “O bir fenomendi” dedi, “Ne zaman ona baksam şaşırırdım.” Hiç de sevmezdi Attila ağbiyi. İlhan Berk bu “büyük tuhaf”lardan değildi. Attila ağbiye ne kadar yakınlaşırsan yakınlaş, düşünsel alanda kalırdın. Omzuna elini atıp “Ya gel bugün de şöyle bir Süleymaniye yapalım” diyemezdin. O bir programın adamıydı. O kadar yakınına girebilen var mıdır, belki, ama pek sanmıyorum. Ben zaten onun arkadaşı değildim, yakın bir ilişkim olmadı hiç. Ama İlhan’ın arkadaşıydım. İlhan bir çocuğun kimyasına sahipti hep. Ziraat Bankası’nda çalışırken, odasında şiir yazarmış, odaya gelenler şiiri bölüyor diye rahatsız olurmuş, bulduğu yöntemi gülerek anlatırdı, odaya biri gelince İlhan da ayağa kalkarmış, böylece gelenin oturup ziyareti uzatmasını önlermiş. Ne kadar çocukça bir çözüm değil mi— anlatırken hâlâ o çocukça hınzırlığı yaşardı. Duvar örer, bitkileri bilir, çiçek diker, yemek yapar, portakal kabuklarını şöminedeki ateşe atar, sokakları arşınlar, yoksul gördüğünde yanına gider yarenlik eder, nesneleri sever, hepsine dokunur… Böyle bir adamdı. En geniş anlamıyla erotik bir insan olduğunu söyledim, her şeyi ellerdi, her şeye dokunurdu. Bu heyecanını hiç kaybetmemişti. Kadın memesinden söz ederken elini hayali bir memeyi— bir küreyi tutar gibi yapar, hafifçe de sağa sola oynatırdı, okşar gibi. Bunu bilinçsizce yapardı, çok severdim bu hareketini. Egeliydi, özet olarak bunu bu kesinlikte söyleyebilirim.
Son olarak şairin ihtiyar bir adam olarak portresini verebilir misin? Nasıl bir ihtiyardı?
Söylediğim anlattığım her şey İlhan’ın yaşlılığı. Ben onun yaşlılık günlerinin arkadaşıyım. Aramızda 40 yaş vardı. Bir sürü arkadaşı, yarenlik ettiği bir sürü yazar göçüp gitmişti ben onunla arkadaşlık ederken. Çok hafif bir varoluşu vardı. Senin de yazında belirttiğin gibi dışarıda hep bakılacak bir şey arardı, avcıydı. Bütün etkilere apaçıktı— bu konuda birbirimize benziyorduk, benim ergenlik kahramanım Bowie de “Ben bir toplayıcıyım” diyor. Birlikte vakit geçirirken bazen aniden yanımda bir tarih oturduğunu hissederdim. O hissettirmezdi, bir şey olur— ben hissederdim. 1918 Manisa’sından bizim bildiğimiz soylu İlhan Berk’in, onun büyük yapıtının çıkmış olması bu ülkenin, benim gibi bir umutsuzu bile umutlu kılabilecek güçte bir mucizesi. Çok iyi dinlerdi. Dinlediğine katılmasa bile sessizliğini koruyabilirdi. Ben o zamanlar yeni açılmıştım, anlatacaklarım vardı, bir iki yıl süren bir gevezeliğim oldu, o yıllarda düğmeme her basan uzun uzun beni dinledi. “Sen susacaksın, bakalım karşındaki ne diyor, onu dinle” derdi. Ben zaten çok uzun yıllar susmuştum… Belki gençliğinde farklıydı kim bilir. Mustafa [ Irgat ] İzzet’le [ Yasar ] ona cumartesileri eğlenmeyi sevdiği için “Cumartesi Çocuğu” derlermiş. O devrinde yakınlaşmak isterdim. Leyla Erbil’le ikisi birden aynı anda diz sorunu yaşadılar. Leyla Erbil dizlerinin getirdiği hareketsizliğin panzehiri olarak şiiri, edebiyatı gösterince “Boş ver şiiri, ondan çok yazdım” diye haykırmış, “Bana diz lazım, diz.” Bu kadar bağlıydı “fiziksel hareket” denilen olaya. Eklemleri onun temel gereciydi. Şairliğin toplumdaki yerine kızgın gitti. Son günlerinde hastane odasında onu traş etmeye gelen berbere şair olduğunu söylüyor, oğlu Ahmet [ Berk ] berbere şairliğin onun için ne anlama geldiğini soruyor, adam “Hiiiyyç” diyor. Berberden sonra beni arayıp “Hiiiyyç dedi, ne korkunç bir toplum anlıyor musun?” diye isyan etti. “İhtiyar bir adam olarak” İlhan Berk, hayatım boyunca en sevdiğim insanların başında geliyor. Şiirin getirdiği güzel arkadaşlardan…
Kaynaklar:
1- El Yazılarına Vuruyor Güneş, YKY, 1997, s.13, italikler bana ait)
2- El Yazılarına Vuruyor Güneş, YKY, 1997, s.20
3- Şairin Toprağı, Simavi Yayınları, 1992, s.55
4- Uzun Bir Adam, YKY, 2005, s. 94-95
5- Poetika, YKY, 1997, s. 9-10
6- Logos, YKY, 1996, s. 18
7- Poetika, YKY, 1997, s. 32
8- Akşama Doğru, YKY, 2007, s.161
9- Akşama Doğru, YKY, 2007, s. 190-191
10- Akşama Doğru, YKY, 2007, s. 200
11- Akşama Doğru, YKY, 2007, s. 217
12- Akşama Doğru, YKY, 2007, s. 217