Şiirle tanıştığım ilk gençlik yıllarında şiir bir şairler/sanatçılar parkurundan ibaretti. Orhan Veli’yi seversin, diğer Garipçileri okursun, Rimbaud’yu seversin, Lautréamont’a götürür seni, Rilke’yle diyaloğun bitmeden Celan girer araya, Tsvetayeva’ya kulak kesilirsin Mandelştam’la karşılaşırsın bir süre sonra ve bu böyle devam eder. Kimisini yarım yamalak kimisini can kulağıyla dinleyip anlarsın. Elbette bu son derece gelişigüzel bir sıralama. Okurun her şeyle ilk kez karşılaştığı o güzel çağının tesadüfi uğraklarının bir tasviri. (Şiir okumaya yeni başlamış birinin can yoldaşı antolojileri de unutmamalı.) Bu şairler deyiş yerindeyse “konuları olan” şairlerdir. Diğer şairlerle ve ressamlarla, yontucularla, müzik insanlarıyla, düşünürlerle vb yoğun alışveriş halindedirler. Rilke’nin dünyasına yönelen birinin yolu Rilke’nin genç yaşta Rusya’ya gidip Tolstoy’la tanışması gibi bir “olay”ın yanı sıra, Lou Salomé, Clara Westhoff, Paula Modersohn-Becker, Rodin (Rodin’e uğramışken Camille Claudel), Cézanne (Cézanne’a uğramışken van Gogh), Baladine Klossowska (Klossowska’ya uğramışken Balthus), Valéry gibi isimlere çıkar. Rodin’le tanışıklığının ve Rodin ile Cézanne’ın yapıtlarının Rilke’nin “şey şiir”i (ding-gedicht) geliştirmesinde katkısı ise aşikâr.
Çiçeği burnunda okurun sorularından biridir: Okumam gereken ilk 10 şair, felsefeci, romancı kimdir? Cevapsız bir soru bu. Her büyük sanatçının yaşamını ve yapıtlarını sondajladığınızda karşınıza büyük bir aile çıkar. Bu çoğunlukla da kesişen aileleri yan yana koyup tanımaya çalışarak yola devam etmek insan ömrünün olağan sınırlarına en uygunu. Bugün ise bizi bu adına kişisel gündem diyebileceğimiz sondajdan alıkoyan her şeyle karşı karşıya yaşıyoruz. Türkiye çok büyük bir oda. Ve o büyük odanın içinde hepimiz aynı günü yaşamaya mahkûm gibiyiz. Kişisellik çaba ve cesaret istiyor. Belki de her zaman böyleydi, ama biz şimdi bu “şimdi saunası”nın içinde nefes almaya çalışıyoruz.
Bir şairin dünyasını anlamak için gereken asgari çabanın dipsiz kuyulardan delik deşik kovalarla çekildiği böyle bir zamanda sıkça dillendirilen bir görüş var: “Şiir öldü!” Evet, köşe yazarı da bunu söylüyor, şiir okuru da. Elbette bu da yeni bir şey değil. Ulus gazetesi 1937’de “Edebi Anketimiz: Şiir Ölüyor mu?” başlığı altında anket düzenliyor, Orhan Veli, Melih Cevdet gibi isimler yanıtlıyor. Aradan yaklaşık 80 yıl geçti, “Şiir ölüyor mu?” sorusu “Şiir öldü” tespitine evrildi. Bu tespiti yapanlara en çok sevdikleri şairlerimizi sorsanız ağırlıklı olarak 1937’den sonra beliren şairleri söyleyecek olmaları da manidar. Bugün “Şiir öldü!” tespitini yapanlar belki de esasen/bilmeden “söz”ün değerini yitirmesinden şikâyetçi. Şiir eski soluğunu kaybetmedi. Şiirin görece geniş kesimlerin hayatında kapladığı yer azaldı. “Söz” ise belki elli altmış yıldır eski soluğunu kaybetti, yeni bir şey değil. Zweig Birinci Dünya Savaşı’ndan bahsederken “O tarihlerde sözün bir gücü vardı. ‘Propaganda’ denilen o organize yalanlar henüz ölüme koşmuyordu, insanlar yazılan şeylere kulak veriyor ve bekliyorlardı. 1939 yılında bir şairin tek bir bildirisi olumlu ya da olumsuz hiçbir etki yapmamış, bugüne kadar tek bir kitap ya da broşür, bir makale ya da bir şiir kitleleri etkilememiş, hatta düşüncelerine dokunmamıştır bile, oysa 1914’te Lissauer’in ‘Nefret Türküsü’ gibi on dört satırlık şiiri, ’93 Alman Aydınının’ o aptal bildirisi, Rolland’ın sekiz sayfalık ‘Kavganın Üzerinde’ başlıklı makalesi ve Barbusse’ün Ateş adlı romanı birer olay haline gelmişti. Dünyanın ahlaki vicdanı henüz bugün olduğu gibi böylesine bitkin, böylesine içi oyulmuş değildi” der (bkz. Dünün Dünyası). “Söz”ün ölmesi/aşınması şiirin bilgi dağarcığında bir veridir, şiir bu veriyi yedeğine alıp yoluna devam eder. Seyhan Erözçelik’in deyişiyle “Gulyabanidir o, ölür ölür dirilir.”
Octavio Paz şiirin isteseniz de metalaştırılamaması üzerinde dikkatle, tane tane açıklayarak durur. Paz’a kulak verip metalaştırılamayacağını, hadi en azından resim ya da roman kadar metalaştırılamayacağını teslim edelim. Kullanım değeri olmayan, metalaştırılamayan şiirin ölümü iştahla ilan edilirken, “Resim sanatı öldü!”, “Roman öldü!” gibi tespitlerin gözükmemesi ya da çok cılız kalması da düşünmeye değer bir olgu. Bugün şairin, ressamdan da, romancıdan da hür olduğunu gözlemlemek mümkün. Bu hürriyetin farkında olup olmaması ayrı mesele. Şairin omuzlarında bir piyasa heyulası yok. Okur baskısı da yok. Ülkemizde bugün yaklaşık 300 şiir okuru var iyimser bir tahminle. (Günümüz şiirini takip eden, hayatında şiire önemli bir yer açmış okuru, süreklilik arz eden bir ilgiyi kastediyorum. Yoksa Nâzım Hikmet, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi şairlerin kitapları 300’den fazla satılıyor elbette.) Şiir istese de sihirli bir numara çekip insanların hayatına yoğun biçimde sızamaz. Üstyapısal bir olgu değil bu. Çok yeni bir olgu da değil. Memet Fuat, 80’lerin ikinci yarısında olsa gerek, bir kitapçıyla tartışmasını anlatır (bkz. Tartışmalar), kitapçıda şiir kitaplarına pek yer verilmediğini gören Memet Fuat kitapçıya sitem eder, kitapçı ise şiir kitabını uzanıp raftan çekmesinin kendisi açısından bir fiziki maliyeti olduğunu, üstelik şiir kitaplarının az ilgi gördüğünü, bu nedenle belli bir fiyatın altındaki şiir kitaplarına kitabevinde yer vermediğini söyler. Memet Fuat şaşırır kalır bu akıl yürütme karşısında. Bugün elbette bu “akıl yürütme” bir “piyasa normu” haline geldi.
Yazının seyri hayatın seyrinden farksız. Bir şairin dünyasını keşfetmenin harika patikalarından günlük, tatsız, sıkıcı sorunlara. Bu sorunları çok dert etmenin manasız olduğuna inanıyorum. Bunlar tek başına şiirin ya da şairin problemleri, tek başına şiirin ya da şairin yol açtığı problemler değil. Çözecek olan da şiir/şair değil. Şiirin hayatımızda neden eskisi kadar yer almadığını sorgularken sadece şiire bakmak hata. Esas, hayatımıza bakmak lazım. İnsanları şiire götüren şey aşınmış, eksilmiş ya da yitmiş. Hayat sakatlanmış, akim kalmış. Gündüz iş gailesinde ya da okul vb koşturmacasında olan, akşamını da Acungillere ya da facebook’a, twitter’a ayıran, birbirinden nefret eden oda arkadaşları olarak insanlar şiire yaşamlarında nasıl bir yer açabilirler ki. Şairin de bunu böyle bilip göğüslemesi gerek. Bu az önce şöyle bir değindiğim gibi bir anlamda özgürlük. Taşı almalı, kuyuya atmalı.
Bu noktada, bir şair nasıl belirir sorusu duruyor. Yayınevleri, dergiler genç şairi eğitebilirler mi? Hâşa! Şair kendi kendisinin okuludur. Dergiler de çoğunlukla şairlerin kendi kurup zamanı gelince yıktıkları okullarıdır. Cummings mealen “Bir şaire nasıl yazacağını söylemek, ona nasıl bir insan olacağını söylemektir, saçmadır” derken hemen hemen bunu kastediyordu. Bir şair olarak beliremeyecek kişi Rilke’yle de mektuplaşsa beliremez. Belirecek olan da, yıkıntıların, yalnızlıkların içinden de çıkıp bu büyük ailede kendi yerini inşa eder. Kitap yayımlamak, genç şairin dosyasını kitaplaştırması ikincil üçüncül bir hadise. Yaygın inanç genç şairin kitap çıkarmakta zorlandığı yönünde. Tam aksini, geçmişe göre kitap çıkarmanın, dergilerde şiir yayımlatmanın çok daha kolay olduğunu düşünüyor, görüyorum. Belki arkasında orta ve büyük ölçekli sermaye olan yayınevlerinin genç şaire olan ilgisi azalmıştır. Önemli değil. Hatta kendilerine bu konu sorulduğunda mutlak surette “orta ya da büyük ölçekli (sermayeli) yayınevlerinin günümüz şairlerine yer vermemesi”nden yakınan, sızlanan şairleri anlamakta güçlük çekiyorum. Bugün Gezi sonrası yeni bir kitleselleşme dalgası yaşayan İkinci Yeni şairlerinin kitaplarının ilk baskılarına baktığımızda Açık Oturum Yayınları, Dost Yayınları, Gerçek Yayınevi, Ataç Kitabevi, Yeditepe Yayınları, De Yayınevi, Tan Yayınları gibi yayınevleriyle karşılaşırız. Arkasında güçlü bir sermaye birikimi olan yayınevleriyle değil. Bu nedenle biraz provokasyon yapmak istiyorum: Orta/büyük ölçekli sermayeli yayınevleri hiç şiir kitabı yayımlamasın, şiire adanmış yayınevlerine bıraksın şiir yayıncılığını. Ya da şöyle bir kota koyabiliriz: yerli şiir kitabı yayımlamak isteyen orta/büyük ölçekli sermayeli yayınevi aynı yıl içinde (orta ölçekli yayıneviyse) üç ya da (büyük ölçekli yayıneviyse) beş çeviri şiir kitabı yayımlamak zorunda olsun. Tekrar baskılar ya da ismi değiştirilerek döne dolaşa basılan seçme şiirler dâhil değil. Şiir Yayıncılığını Düzenleme Etik Kurulu baksın bu işlere. Çeviri şiir yayıncılığını küçük sermayeli yayınevleri hele günümüz koşullarında sırtlanamaz. Copyright, çevirmen telifi, ilgili kitap bir ajansa bağlıysa ajans hizmet ücreti derken kitabın basım koşulları küçük yayınevinin hayallerini değilse de bütçesini aşar. Bu yükü de layıkıyla sermayesi güçlü yayınevlerine yüklemiş oluruz böylece. Copyright düzenlemelerinin (iyi bir şeyin) kötü yan etkisi olan çeviri şiir yayıncılığındaki kuraklaşmanın, çölleşmenin de önüne geçmiş oluruz. Neyse, bu serbest atışı burada keselim. Şiir yayıncılığının sorunları hayali provokasyonlarla çözümlenmez, bitmez. Dahası, bütün bu tartışmalar arasında bir şey gözden kaçıyor: kendiliğinden muvazzaf (kabul edilmemiş kanun koyucu) şairin asli vazifesi şiir yazmaktır. Şairin attığı taşları kim görür, kim alır birbirine sürtüp ateş yakar, kim işaret eder, şair bunlara çekidüzen veremez, vermeye uğraşmamalıdır da. Bu nedenle şairin şiirlerini ve düşüncelerini yazmaktan öte, şiirin okur sorununa el çabukluğu marifet bir çözüm üretmesini beklemek, hatta bu çözümü üretmediği için şairi suçlamak haksızlık olur. Bugün şiirin geniş kesimlerce rağbet görmemesinin şairle, ortaya koyduğu şiirle ilgisi hükümetin tarım sübvansiyonu politikalarıyla ilgisiyle eşdeğerdir. Aynı oranda ilgisizdir. Bu nedenle gerçekçi olmak, okursuzluğu bilip/göğüsleyip kendi kişisel gündemini yaratmak, konularını bulmak düşer şaire. Bu direnmektir. Şair ancak böyle direnebilir. Şiir de direnirse kazanır. Neyi mi kazanır? Rilke’yle başladık, Rilke versin bunun cevabını da: “Zaferlerden söz eden kim? Ayakta kalmaktır her şey.”
IAN Edebiyat, Eylül 2015.