Söyleşi: Mehmet Said Aydın – Gülenay Börekçi
Mardin’den İstanbul’a, Ankara’ya geldin… Geldiğin yerlerle, Mardin’le Diyarbakır’la hâlâ yoğun ilişki içindesin. Orada ve burada sokaklar aynı mı?
Kızıltepe’den önce İstanbul’a, sonra Ankara’ya, ardından gene İstanbul’a göçmek gibi bir şey yaşadım, evet. Diyarbakır doğumluyum ama o kadar, sadece birkaç ay yaşadım orada çok sonradan. Şimdilerde ülke yıkan, evler bozan, sinelere yangın düşüren dersanelerden birinde talebelik ettim birkaç ay Diyarbakır’da. Bahar ayıydı, devletin izin vermek zorunda kalarak alan tahsis ettiği ilk Newroz’a gitmiştim orada yaşarken. Yoğun ilişki meselesi netameli aslında, tatile gidebiliyorum anca artık. İki yaz evvel kuzenimin nişanı için birkaç günlüğüne Kızıltepe’ye, oradan da nişanın yapılacağı yere, Elazığ’a gitmiştim. Yaz ayıydı ve hasta düştüm nişan evinde. Bizimle gelen doktor akraba bakıp, “Üzüleceksin ama biz buna kendi aramızda ‘turist hastalığı’ diyoruz.” demişti.
Üzülmüş müydün?
Üzülmüşüm ki halen anımsıyorum. Beri yandan da evet geldiğim yerle yoğun ilişki içindeyim çünkü gayet gurbetteyim, öyleyim. Orada ve burada sokaklar elbette aynı değil. Hatta aynı olmadığını diyeyim diye iki kitap yazmış olabilirim. Bunu benim söylememe hacet var mıydı bilmiyorum ama ben iki kitapta bahçeler de, sokaklar da aynı değil demek istedim. Burada da küçük bir şerh var aslında; artık orada da buraya benzeyen sokak, sokaklar var. Esmer dergisinin Mayıs 2006 tarihli 17. sayısında “Yenge üç saniye depreşme!” isimli bir yazısı var rahmetli Evrim Alataş’ın. O sıralar “değişen yüz” gibi Diyarbakır’a dair çıkan haberleri şahane sarakaya aldıktan sonra yazının sonunda şöyle diyor:
Ve karşımızda bütün ihtişamıyla Mega Center… İçinde Migros’u, sinema salonları, markaların mağazaları ve irili ufaklı cümle dükkânı ile Diyarbakır’ın değişen yüzü. Yürüyen merdivenle çıkıyoruz yukarı. Üst katta Burger King! İşte hepsi buradalar… Aradığım herkes burada! Bir sevinç çığlığı atıyorum. Zira sarışın ve semizlemiş “Berk”, “Çağla” isimli çocuklar, markalı eşofmanlarla bir hafta sonu gezisine çıkmış anneler, yanlarında iri kıyım babalar. Sahi kim bunlar? (…) Kasaya doğru ilerleyen tüm babaların gömleklerinin ve tişörtlerinin altındaki tabancalarının kabzalarını görünce durumu çakıyorum. Omuzlarım çökmüş halde eve dönüyorum. Bir küçük kız beni kendime getiriyor. “Abla, xırnıgin axmış, saan mendil verem?”
Şimdi bir parça daha eklenebilir Alataş’ın bu dediklerine; sanırım artık gömleğinin altında silah görünmeyen “yerli”lerin çocukları da benzer şeyler yapıyor, anneleri benzer şeyler giyiyor ilanihaye. Tersine İstanbul’un, Ankara’nın, Antakya’nın, Eskişehir’in bazı sokaklarının da oradaki o sokaklara benzediğini gördük yaz başında. Cevabın başında dediğimle, sonunda çelişmek pahasına diyeyim aslında: Sokak, sokaktır. İş ki biz ona nasıl muamele ediyoruz.
Masallarda ve haberlerde bize neden hep sokağın tehlikeli olduğu söylendi, söyleniyor? Geçmişte ve bugün bizi neye karşı uyarıyor, neden sokaktan, dışarıdan uzak tutmak istiyorlar? Bence tersi de geçerli… İnsanları birey olmanın, tek olmanın tehlikelerine karşı da uyarıyor ve onları bir arada olmanın sakinleştirici güzelliğine de alıştırmaya çalışıyorlar. Görünürde kalıp uyuşmuş halde gezinmen istenen bir şey çünkü genellikle… Yeter ki düşünme!
Mustafa Irgat’ın bir kitabı var, adı Sonu Zor. Aklıma nedense o geldi. Sokağın aksini; içeriyi, suhuleti, sükûneti, itidali telkin edenlerin aklında öyle bir şey olmalı sanki. Sonu zor. Çıkma, konuşma, düşünme, bağırma. Sokak ancak mutenalaşırsa sokak. Ofisten öğlen yemeğine gittiğimde bir sitenin önünden geçiyorum. Müthiş güvenlikli falan olması artık zaten enteresan değil ama kale duvarı gibi duvar inşa etmişler. Fatih’in toplarıyla saldırsan yıkılmaz. Neyden nasıl korkuyorlarsa artık. Ama onlar için bence trajik olan şu ki, alt kattakiler karşıdaki şahane manzaradan mahrumlar. Korku, estetiğin önüne geçiyor. İki manada da öyle sanırım. Olumlu ya da olumsuz.
Edebiyatla, şiirle ilişkini anlatır mısın, nasıl başladı ve sürüyor?
Bunu biraz sık anlatmış olabilirim muhtelif yerlerde yahut bana öyle geliyor… Edebiyatla ilişkim önce amcamın kitaplarını aşırmak, sonra lisedeki edebiyat öğretmenim Erdal Can, sonra kıymetli arkadaşlar, edebiyat dergileri, kitapçı ziyaretlerinin sıklaşması ve devamı. Çoğumuz gibi iyi öğretmene rastlamak talihi aslında. Nasıl sürüyor? İşte okumaya, yazmaya devam ederek sürüyor. Biraz da çeviri faaliyetiyle sürüyor. Emeğimin edebiyata doğru, edebiyattan doğru olmasına gayret ediyorum. Dünya kimi zaman seviyor, kimi zaman dövüyor.
Şiirle arandaki ilişkinin sokakla, sokağın “tehlikeleriyle” arasında bir bağ var mı, anlatır mısın?
Bu konuda da ilk kitap çıktıktan sonra anlatıcı mevzuu üzerinden Orhan Pamuk emsaliyle cevap vermiştim. Aynı yerde duruyorum. Alıntının sahihliği yahut ciddiyeti bir yana, Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da söylediklerine sempatim büyük: “1. Hayır, ben kahraman Kemal değilim. 2. Ama romanımı okuyanları Kemal olmadığıma asla inandıramam.” Şiirimin personası, personaları konusunda ben bile spekülasyon yapabilirim ama sokağın bir tehlikesi varsa ve benim de bununla ilişkim varsa, şiirimin bununla doğası gereği bir ilişkisi var. Dal ağaçtan mesul değildir belki ama parçasıdır. Kerametli söz gibi oldu bu ama öyle düşünüyorum aşağı yukarı.
Bir şair olarak dille ve şiirle ilişkini tarif etmeni istesem senden…
Bir şair olarak değil, bir dili layıkıyla öğrenmeye çalışan biri olarak da yanıtlayabilirim bunu. Bence diller müthiş şeyler. Çok dil biliyorum sayılmaz ama bildiklerimde bazı etimolojik bağlantılar, kimi alelacayip kurallar, kimi kuralsızlıkların zamanla kural oluşu, o dille yıllar içinde yapılanlar, geri dönüşler, eskiyi ithal etmeye kalkışmalar, başarılar ve başarısızlıklar müthiş ilgi çekici geliyor bana. Tietze’nin sözlüğünün E harfinde kalmış olmasına epey üzüldüğüm vâkidir. İyi şiirin karşısında heyecanlanmamak mümkünse, o kara parçasına henüz vâkıf değilim. Bu defa da keramet umdum gibi oldu, kendi kendimi şerh etmeyim daha fazla, evet.
Kitabında “O ki felaket” diye bir bölüm var… Onun nasıl ortaya çıktığını sormak istiyorum… “Bildiğim, duyduğum, gördüğüm şeylerdi” diyor ve “Türkçe şiir için yeni bir şey olmadığını biliyorum orada yapılanın; ama benim için yeniydi” diye bir not düşüyorsun. Nedir senin için yeni olan ve yeni olmadığını bildiğin halde yapmadan duramayacağın, tekrar da olsa yapılması gerektiğini bildiğin?
O bölümde kendi şiirim için yeni bir şey denediğimi sanıyorum. Yoksa Türkçe şiir için biyografi yazmak, daha doğrusu üçüncü kişilerin ağzından kendilerine dair bir şeyler yazmak yeni ve ilginç değil. Aslında dünyada yazılan şiir için de geçerli bu. Flaubert yazarken “doğru kelime”yi (mot juste) aradığını söylüyor. Ben o kısımda, başkasının ağzından o doğru kelimeyi bulmaya çalıştım. İçim bütünüyle rahat değil ama denemek istediğim bir şeyi denemiş oldum. Nasıl ortaya çıktı? Orada konuşanların hepsi Kızıltepe’den, ya tanıdığım ya dinlediğim insanlar. Mahsum mesela, çocukluk kahramanım olan delidir. Süreyya Abla, bizim köy askerler tarafından boşaltıldıktan sonra, çocuklarıyla bahçede bizimle yaşamaya başlayan biriydi. İki küçük oğlu kardeşimle büyüdü. Köylü İbo 80 öncesinin mühim devrimci karakterlerindendi, hep dinlerdim. Delirmişti ben onu gördüğümde. Sonra da intihar kokan bir trafik kazasıyla göçtü buralardan. Ahmet Amca’yı göremedim ama TİP’li ve çok acayip hikâyeleri anlatılan biriydi hep. Kilis sınırına gidip elinde kireçle sınır çizmişti mesela. O kısımda genel olarak bir dilsizlik, sessizlik, suskunluk gibi bir şey de sezilebilir ama ben daha gürültü olsun diye yazdım. En azından Süreyya Abla’ya okuyabilsem, mutlu addedeceğim kendimi.
Yayın dünyasının içinden birisin, yayıncılar her ay düzenli olarak onca kötü kitabı yayına hazırlamaya, onlar için editöründen tasarımcısına bir sürü elemanını seferber etmeye üşenmiyor da araya düzensiz olarak iki şiir kitabı katmaya neden üşeniyor sence? Yoksa bu üşenmekten daha başka bir sebepten ötürü mü?
Aslında bir süredir konvansiyonel yayıncılığın biraz daha dışında bir iş yaptım ben. Fakat yayıncılık yaptığım zamanlarda da kendimi şanslı sayabileceğim bazı kitaplar hazırladım diyebilirim kolaylıkla. Ama biliyoruz evet, bir sürü kâğıt israfı da oluyor memlekette ve kahir ekseriyeti şiir değil. Ticari olarak şiir zayıf halka günümüzde, dağıtımcısından kitapçısına, okurundan yayınevi sahibine herkesin bildiği bir şey var demek ki. Müşterisiz meta zayidir denmiş eski zamanlarda. Müşterisi az ama iyisi asla zayi olmayan bir şey edebiyat. Şiir de bundan vareste değil. Şikâyet son tahlilde sıkıcı bir şey oldu artık. Biz işimize bakalım.
160. Kilometre’nin bu anlamda nasıl bir karşılığı var, ne için direniyor, neyi başarıyor?
160. Kilometre’nin derdi şiir ve şiir üzerine metinler yayımlamak. Bazılarının neredeyse hiç satmayacağından emin olduğu bu işi yapması, çok akıl kârı olmasa gerek. İşte o “zayi olmayacak” duygusuyla yapılıyor aslında yapılan. Sadece 160. Kilometre de değil, Pan da, Dedalus da, İkaros da ve daha başkaları da benzer bir şey yapıyor. YKY, Metis gibi şiir de yayımlayan yayınevleri artık neredeyse hobi haline getirmiş durumda şiir yayıncılığını, o da gerçek. Eskiden YKY’nin kare kitapları vardı en azından, şimdi mevsimde bir adede düşürdüler neredeyse. Başarmak büyük kelime, o kısmı geçeyim. Ama şiire bunca yüz verilmeyen bir zamanda Raskol’un Baltası’yla beraber 50 sayısına ulaşmak ve devamını omuzlamak kolay sayılmasa gerek.
Şiir, “şiir” dışında başka nerede vardır diye soracağım bir de…
Bunun cevabı klişe ama güzel klişe. Şiir çoğu zaman her yerde. Yeni şiir kitabı yayımlamak, dağıtmak, satmak ve almak konusunda nazlı olabiliriz ama halen güzel bir şeyi tarif ederken neredeyse en üst mertebe olarak “şiir gibi” diyoruz. Gezi’de hepimiz, hep beraber bir daha gördük ki, şiir duvara da çok yakışıyor, sokağa da. Tomris Uyar, Turgut Uyar’ın tababet kitaplarını çok sevdiğini ve çok sık başvurduğunu anlatıyordu. Orada da bir şiir kıymeti görmüş olmalı. Ya da şimdi ben yakıştırıyorum.