Söyleşi: Mehmet Said Aydın – Yalçın Armağan

 

Genellikle ilk kitaplarda birbirinden farklı dilsel tercihleri yansıtan şiirlerin bir araya getirildiğine tanık oluyoruz. Senin kitabın için de benzer bir saptama yapılabilir. Dilsel sapmalara yer veren hatta şiirselliği bu sapmalar yoluyla yakalamayı deneyen şiirler ile tüm gücünü dilin kullanımından önce anlatılan deneyimin çekiciliğinden alan şiirler bu kitapta bir arada yer alıyor. Bu noktada, senin yaşamının ya da senin deneyimlerinin aktarılması dışında, yazınsallık yani dilin kullanımı bağlamında bu şiirlerin bir arada toplanmasının nedeni nedir?

Bu sorunun, “Neden birbirine benzemez bazı şiirler bu kitapta yan yana?”yı içerdiğini anlıyorum. Kitap çıktıktan sonra, yabancılaşarak bakmayı denedim ama beceremedim. Kitaptaki birbirinden farklı dilsel tercihlerle bazı biçim denemelerinin yan yana oluşunun farkındayım. Bunun bir cümbüş izlenimi uyandırma ihtimalinden tedirgin olmam mümkündü ama olmadım. Önlem mesabesinde sayılmaz muhtemelen ama kitaptaki “bölümleme”ler, biraz bunu dert edinerek oluşmuş olmalı. Kronolojik bir durum da var orada. Bunu hem ilk defa söylüyorum, hem de cevabı içerdiği için ilk elden söylüyorum: “Boğaziçi Apartmanı”ndaki şiirler, “bulduğumu düşündüğüm” şiirlerdir. Kitabın evvelki bölümleriyle o bölümü arasında zamansallık düzleminde de bir fark var. “Boğaziçi”nden öncekiler uzun zamanda, başka şehirlerde, bazı değişken duygudurumlar ve bakışlarla yazılmıştı. Oysa “Boğaziçi”ndeki şiirleri ‘bulduğumda’, üst üste, öfkeye benzer, yetişmeye benzer bir hal ile yazdım. Yeteri kadar lirik değilim, olsam “susuzluğumu gidermek için, telaşla su içer gibi” falan derdim belki.

“Boğaziçi”nde, dilin kullanımı bağlamında da, ötekilerden daha önemsediğim bir şeyler yapmış olmalıyım. Son şiirlerin, bir anlatım ve biçim ideolojisi olarak yan yana durmasını, ötekilerin yan yana durmasından daha çok ciddiye aldım. İtiraf etmek gerekirse, evvelkilerin bazılarını “geriye kalanlar” gibi hissettiğim olmuştur. Kitabın ilk halinde daha dağınık, senin tespit ettiğin bu bağlamda, daha sorunlu bir toplam vardı. Epeyce şiir çıkardıktan ve “Boğaziçi”ni bulduktan sonra, bana daha kitap gibi görünmeye başladı. Ki, bu kendimi ikna, hakiki bir süreçti benim için.

“İlk kitaplar zaten reddetmek içindir” romantizmine girmeden söyleyeyim. Epey şiirden vazgeçerek son haline geldim, bazılarının kitapta olmaya devam etmesinin sebebi kişisel olabilir. “Kişisel”den kastım, “özel” değil; o an denediğim şeye halen inanıyor olmam kişisel diye kastettiğim şey. Ya dilsel yahut deneyimin aktarılması olarak kişisel. Bu duyguyu o sıra koruduğum şiirleri, kitaptan çıkarmadım.

 

Demin söylediğim “tüm gücünü dilin kullamından önce anlatılan deneyimin çekiciliğinden alan şiir” yorumu bağlamında bir soru sormak istiyorum. Belli konular söz konusu olduğunda tarihsel olarak oluşmuş bir duyarlılıktan söz etmek mümkün. Eğer herkes senin acı çektiğini biliyorsa, sen bu deneyimi anlatmaya başladığın anda, nasıl anlatırsan anlat, ilgi çekecektir.  Artık anlatma biçiminin değil, anlatmanın yani yalnızca dile gelmenin önem kazandığı bir andan söz ediyorum, “yaşadığını itiraf etmekten”. Elbette böyle bir duyarlılığın oluşmasını çok önemsiyor ve dile gelme halini kıymetli buluyorum. Buna rağmen edebiyatın yalnızca dile gelmekle yetinmeyeceğini, yetinmemesi gerektiğini, bu duyarlılığı inşa eden acıyı temsil etmeye ya da temsil etmeye uygun bir dil geliştirmeye kafa yorması gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada, sen şiirinde insanların duyarsız kalamayacağı bir acıyı dile getirirken nasıl bir dil kurmayı hedefledin? Acının temsili için, var olan duyarlılığın ötesinde durup kendini kolayca ele vermeyen bir dil arayışın var mı?

Sanırım şiirde hesap ettiğim yegâne şeyi soruyorsun, bunu şerh etmemi istiyorsun. Bahsini ettiğin “yaşadığını itiraf etmek” ve acı duyarlığı meselesinin turistik olmamasını, dahası “iç oryantalist bir ifşa” olmamasını çok önemsedim. Çünkü içeriden iletilen bilginin iki türü var, ikisinin de kökü aynı: Ya ihbar ediyorsun, ya haber veriyorsun. İhbar kısmı için eklenecek bir şey yok da, haber kısmında da netameli durumlar var. Kuracağın dilden, edebiyatı eyleyeceğin yerden daha evvel boğuştuğun sorunlar bunlar. Çünkü senden önce, senin için iki yol belirlenmiş durumda aslında. Ya haber ver diyor sana, ya da ihbar et. Haber vereceksen de üsturuplu yap, duymak istediğim gibi söyle, benim sentaksımın içinden seslen. Ben bu sentaksın, 2000’lerin başında kırıldığını düşünüyorum şiir bağlamında. Şimdiden bile bakınca sisli bir zaman olan 90’ların o yoğun politik atmosferinin içinde, yeni bir şiir yazılıyordu dönemin gençleri tarafından. Hem devam eden bir ses vardı, hem de temsil kabiliyeti değişen bir şiir yazılıyordu. Beni hassaten ilgilendiren ise, dönemin Avesta’sında basılan bazı kitaplar: Metin Kaygalak’ın Yüzümdeki Kuyu (1998) ve Suya Okunan Dua’sı (2000), Kemal Varol’un Yas Yüzükleri (2001), Mehmet Butakın’ın Israr Falcıları (2003) ve bilhassa Selim Temo’nun Uğultular’ı (2000). Uğultular’ın “Süleyman-Şakir”li bölümlerini okurken, bu dilin, bu dil deneyini çarpıcı bulduğumu ve çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Çünkü hem bildiğim, deneyimlediğim bir “durum”dan el alıyordu, hem de o zamana dek görmediğim bir şekilde yapıyordu bunu şiirin içinde. Somuta bakıyordu mesela, şakacı bir dili vardı, ironik kelimesini o zaman bilmiyordum muhtemelen ama şiirdeki o mizahı, daha doğrusu ciddiye almama halini, ciddiye almıyorkenki kalenderliği çok önemsemiştim. Benim yazdığım, burada söz ettiğim şeylerin yanına yazılır mı bilmiyorum ama “acının temsili” noktasında bir ifşa faaliyetinden uzak durduğumu, bunu bir dilsel mesele olarak ‘da’ ele almaya çalıştığımı söylemeliyim.

 

Şiirlerde sıkça geçen fiillerden biri “bilmek”. Ayrıca “öğrenmek” eylemi de hem kullanım hem de “bağlam” olarak geniş yer tutuyor kitapta. Mesela “-mış” deniyor, yeni öğrenilen bir durumu anlatmak için. Kitabın genelinde de böyle bir hava var, yeni deneyimlenenin dile getirilmesi yani. Bunun birinci nedeni sanırım Türkiye’de sıkça yaşanan bir durumdan, bir tür “göç”ten kaynaklanıyor: İnsanın doğduğu, büyüdüğü yerden kalkıp büyük şehre gelmesi. Ancak bu öğrenme hali, aslında, daha çok bildungs’a ve deneyimlenene duyulan yabancılığa  işaret ediyor. Sen kendi şiirini hem bu göç, hem bildungs hem de deneyimlenenin yabancılığı bağlamında nasıl değerlendiriyorsun?

Elimde bir istatistik yok fakat Kürtçe, dünyada, içinde en çok “göç” kelimesi bulunan dillerdendir muhtemelen. Tesadüf olmamalı bu. Epey zamandır göç eden, göç etmiyorsa da, her an yükünü dengini kapı eşiğinde tutan bir milletten söz ediyoruz. Elbette eş anlamlı kelimelerinden en büyüğünün “göç” olması şaşkınlık vermiyor. Kürtlük, bilhassa 80’lerin sonundan itibaren, aynı zamanda verili olarak “muhalif” olmaya da tekabül ettiği için, sadece etnik sebeplerden değil, sınıfsal sebeplerden de çok iç/dış göç yaşadı Kürtler. 90’lar ise bir göç sarmalı: Bölge’den büyük şehirlere göçen Kürtler ile köyden, Bölge’nin büyük kentlerine göçen Kürtlerin daimi hareketi. Ben işte bu sarmalın içinde ilkgençliğimi yaşadım büyükçe bir bahçede. 2000’lerin başında da edebiyat tahsil etmek için en büyük şehre, İstanbul’a göçtüm. Deneyimlediğimi yabancıladım mı? Bu kısım da biraz netameli. Türkiye’de 80 sonrası doğmuş ve orta sınıfa mensup insanların çocukları, üç aşağı beş yukarı benzer hayatlar yaşamışlar gibi geliyor bana. Neo-liberal politikanın hevesle uygulanışına ilk maruz kalan kuşağız ve hepimiz aynı boktan televizyonları izleyerek büyüdük. Bu yüzden, büyük şehirde, deneyimlediğimi yabancıladığımdan pek emin değilim. Şu daha doğru; deneyimlediğimi –daha çok deneyimleme ihtimallerimi- yabancılamam gerektiğine ikna oldum. Taşralı, taşralı olduğunu şehirde deneyimleyene deniyor. İnsan, yaşadığı yerin içindeyken ona taşra demiyor pek, -en azından küçük yaşlarda. Ben o küçük yaşlarımın duygusuyla yaklaştım şehir denen şeye. Taşralı olduğumun bilgisini unutmadan, büyüdüğüm yer ile büyüyor olduğum yer arasındaki temel farkları, bazen tutarsızlıklara düşüp sınırlandırmaya çalıştım. Bana benzeyen yaşıtlarımın yaşadıklarından daha başka, daha mühim, daha enteresan şeyler yaşamadım; birlikte İstanbul’a göçtüğümüz lise arkadaşlarımın kitap üzerine konuşurken “E bildiğimiz şeyler değil mi ki bunlar?” demesine seviniyorum mesela. Evet, bildikleri şeyler. Çünkü biz birlikte göçtük, bazılarımız şiir de yazdı. Şiirden anlamadıkları için değil, deneyimlerimizin ikizliklerinden ötürü “bildiğimiz şeyler” dediklerini düşünüyorum. Bunu daha az deneyimlemiş bir okuyucu kalabalığıyla henüz karşılaşmadığım ve muhtemelen hiç karşılaşmayacağım için de, bazı “deneyim mukavemetleri”min nasıl algılandığını da tam olarak bilemiyorum. Bu bilmemeyi de seviyorum diyeyim, olsun.

 

Şiirin bazı yerlerde Turgut Uyar’ı anımsatıyor, özellikle dizenin kuruluşunda. Biliyorsun Turgut Uyar’ın bazı dizeleri sayfaya sığmadığı için “[“ işaretiyle alt satıra geçilmek zorunda kalınırdı. Senin bazı şiirlerinde de satırı aşmamak için puntoyu küçültmek gerekmiş. Niçin bu kadar uzun dizeler kurma ihtiyacı hissediyorsun? Bu dizeler bir tür hikâye etme arzusunu mu yansıtıyor?

Yalan yok, Turgut Uyar’ı anımsatma, dize kuruluşuyla bile anımsatma, basbayağı sevineceğim bir şeydir. Bütün analojiler muhatabı olumlamak için kurulmuyor elbette, burada da pür bir olumlama olmadığının farkındayım ama bu kadar alıklık yapabilirim, sevindim. Teşekkür etsem, hicap duymam.

Hikâye etme arzumu yansıtıp yansıtmadığına dair, kendime mecburi bir referans yapmak zorundayım. Bu “ben” meselesi de başlı başına bir iç dökmeye dönüşebileceği ve şikâyet ettiğim şeyin aniden nesnesi olabileceğim için, şimdilik geçiyorum. Haydar Karataş’ın Perperık-a Söe’si üzerine, “Gözleri Gülüzar’ın” başlık bir yazım yayımlandı bianet.org’da [http://getir.net/082m]. Orada, bu hikâye etme arzusu/belası üzerine, başka bir bağlamda şunları yazdım:

Acının, acılı edebiyatıyla, daimi bir defans refleksiyle, muttasıl hikâye ederek ve boyuna “o hikâyeler”i anlatarak. Türkçenin yüz aklarından bir Kürt şair anlatmıştı, bir büyükşehirde “Türk edebiyatı” eğitimi sürecinden söz ederken:

“Daima benden bir şeyler anlatmam bekleniyordu ve ben de bir süre sonra habire bir şeyler anlatmaya başladım”.

“Anlayışlı efendi”nin varıp varacağı yer de ne yazık orası; “Hadi bize anlat derdini Kürdo”. Kürt, derdini “Bildiğiniz gibi değil” diye anlatmaya başladığı andan itibaren marjinallikle suçlandı. Bunun içinde edebiyat da var, akademi de var, kişisel sohbetler de.

Her şeyi durup durup etnik kökene, memlekete bağlamak istemem. Ama “hikâye etme” meselesinde, bahsini ettiğim bu motivasyon dayatması mevcut bence. Durumun kendisini eleştirirken, ben de bahsini ettiğim birine dönüşmüş olabilirim. Bunu tespit ederken, dönüp kendime bakamamış da olabilirim. Hikâye anlatmakta kusurlu bir şey yok ama kendini daimi bir hikâye anlatma refleksi üzerinden kurarsan, o zaman sorun peyda oluyor. Gizlenmiş bir dürtü gibi, sakınılan bir zaaf gibi.

Uzun dizelerden bazılarını, “Sözüm bitmedi” duygusuyla kurmadım. Yerleşik olan, az sözle hikmetli kelam etmek meraklısı bir yerde durmadığımı, bazen sözü uzatmak gerektiğini, sözü uzatmanın da bir manası olabileceğini iddia ediyorum. “Berceste”lerle o kadar doldurulduk ki “şiir” diye, dizelerin somut olarak uzun olmasının, somutla, izlemekle, izlediğini tarif etmekle, tarif ederken dili istediğin gibi kullanmakla, sözcük ekonomisine gitmemeyi bir tercih olarak benimsemekle, bu ezberi kendimce kırmaya çalışmış olabilirim. Her şeyi “olabilirim, sanırım” gibi muğlak ifadelerle müphemleştirmek istemiyorum fakat nasıl “iddia ederim” derken bunu üst perdeden bir sesle yapmamaya çalışıyorum, ötekini söylerken de aşırı tevazuyu gözetiyormuşum gibi konuşmaktan kaçınıyorum. Buna dair bir hikâyem de var aslında ama sonra anlatırım.

 

Metinlerarasılık yorumlarına hiç girmeden çok kısa bir soru soracağım: Kitabın üçüncü bölümü olan “Bahçeli Çocukluk”un son şiirinde kitap, şarkı, film, kişi… adları var. Böyle bir listenin amacı nedir? Okura neyi göstermek istiyorsun?

Buna evvelden cevap verdim bir söyleşide. Orada söylediklerimin aynısını burada tekrarlamayayım, başka bir yönünü konuşayım isterim.

Orada alıntılanan şiirler, kitaplar, filmler, şarkılar bir şeyi tarif etmek iddiasıyla konulmadı oraya. Yani, bir “yol haritası” çizmek yahut “Bu kitabı okurken, şunlara da göz atmalı” demek için orada değiller. Dolayısıyla, “Ben bunlarla oldum” demiyorum, bunu münasebetsizlik addederim zaten. O esnada yahut çok yakın zamanlarda, “Bahçeli Çocukluk”un o bölümünü yazarken, yanımda yöremde olan şeyleri alt alta yazdım. Olsa olsa, bir teşekkür listesi olarak algılanabilir. Bütün o şeyler bana yoldaşlık ettiği için.

Sadece şiirler yahut kitaplar değil, filmler ve şarkıların da bana yoldaşlık ettiğini kaydetmemde de başka bir ima yok. Çoğu zaman, hayatımda birbirinden ayrılan şeyler değiller o saydıklarım. Şimdi olsa, belki kokuları bile ekleyebilirdim oraya. Denebilir ki, kitabın en kişisel, en beni ilgilendiren bölümü odur. Muhtemel okuyucu da bilsin, yoldaşlarımı tanısın içindir kaydetmemin sebebi. Ne metinlerarası bir iddia, ne teşhir, ne de kabaca listelemektir yani. Yoldaşlara, yoldaşlığa teşekkür.

 

Hani beş on yılda bir magazini önemseyen dergiler “niçin yazıyorsunuz?” diye soruşturma yaparlar. Genelde verilen cevaplarlarda da, yazma ediminin başlangıcının, yani nasıl bir saikle yazmaya başlandığının karşılığı bulmak mümkün değildir. Artık Cem Yılmaz’a kadar düşmüş biçimi olan “niçin şiir” türünden bir soru sormayacağım ama şiir yazma edimindeki temel saiki sorgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü şiirle neyin temsil edildiği üzerine kafa yormamış bir şair yalnızca kendinden önceki edebi formları kullanan bir “yazıcı” olmaya mahkûmdur. Türkiye’de temsil üzerine çok fazla düşünülmediği için şiir hep “convention”ların (uzlaşım) üzerinden “ilerliyor” gibi görünüyor. Mesela İkinci Yeni’nin nasıl bir temsil gerçekleştirdiğinin, bu temsil için nasıl bir dil kurduğunun üzerine yeterince analiz yapılamadı Türkiye’de (Hatta bazı İkinci Yeni şairleri bile yaptıkları “iş”in yeterince ayrımında görünmüyorlar). Bu nedenle üzerine konuşulması hayli zor olan bu konuda senin fikrini almak istiyorum. Sen hangi saiklerle şiir yazıyorsun? Kullandığın dille neyi temsil etmeyi amaçlıyorsun? Daha önemlisi kullandığın dil ile temsil arasında nasıl bir ilişki kurmayı deniyorsun? Mesela bu kitaptaki şiirlerde başka bir dil kullanımı mümkün olmadığı için mi bu biçimde kurgulandı? (Demin sorduğum uzun dizeler bu bağlamda yeniden aklıma geliyor).

Bu söyleşiyi çok kapalı devre haline getirecek ve “Abi…” ile başlayacak bir cevabım var aslında bu soruya. Okuyucu olarak, söyleşideki kişi zamirinin “sen” olduğu halleri yadırgamışlığım var, şimdi burada “Abi aslında…” diye başlamak tutarsızlık olur. Bu yüzden, aklımdakinden daha kısa bir yanıt vermeye çalışacağım.

Sondan başlayayım: Bu kitaptaki dizeler, başka bir dil kullanımının mümkün olduğunu bilerek ama kendi dize kurgusuna ve dil tercihine sadık kalmaya çalışarak kuruldu. Bir dili, sonradan öğrendiğim bir dili “olduğu gibi” kabul etmem, gündelik konuşma düzleminde bile mümkün görünmüyor bana. Bazen “fazla” temizlik de kusuru işaret eder. “bozuk bir türkçeyle” diye, bizzat şiirin içinde andığım şeyde, muhtemelen ironi var. O Türkçenin, dil düzeyinde görünür olan ve muhatabının kâğıt üzerinden okuyacağı o Türkçenin kusuru değil sözünü ettiğim. Aslında, “sese dönüştüğünde/seslendirildiğinde” faraza bir kusura dönüşen bir şeyi söylüyorum. Kullandığım dil ile temsil arasında, sözünü ettiğin “convention”ın içinde olmayan, ona dâhil olmayan bir tercih yaptığım söylenebilir diye tahmin ediyorum. Sana da bu tespiti yaptıran, o uzlaşımın halen dolaşımda olması çünkü. O uzlaşım, tam da tarif ettiğin gibi “kendinden öncekine eklemlenen” bir yerden sesleniyor ve rahatlığa yaslanıyor. Zaten kabul görmüş, zaten garipsenmeyecek bir biçim ve içerikle, günün mevcut koşullarının içinde bir yazıcılık yapmaya devam ediyor şair. Kendi yazdığım şeyin “kıymetli” olduğuna dair bir tespit yapmıyorum burada, o uzlaşımın içinde olmadığımı, daha kitabın kapağından ve yayınevinden başlayarak içinde olmayı tercih etmediğimi söylüyorum. Metnim, bir başkasının gözünde, öteki uzlaşımların içinde sayılabilir, mümkündür ama bu muhtemel uzlaşım suçlamasının, en kaba tabirle iktidar olmadığını söyleyebiliriz. Farazi bir iktidara talip olunduğunu düşünelim; bunu da kabul edilmiş yöntemlerle yapmayacağını iddia edebiliriz.

Şiir yazma edimindeki saikler bile o kadar “belirli” ki, insanın diline gelen bazı şeyler ya çok kişisel, ya çok içtimai olmakla her an tartaklanabilir. Mesela, “oradaki” hiç kimse dümdüz ve somut bir biçimde, “O kızı çok sevmiştim ve halen onu etkilemek için yazıyorum”u saiklerden biri olarak saymayacaktır. Cemal Süreya, ölümüne yakın bir zamanda, Taksim Meydanı’ndaki AKM’nin önünden bir dolmuşa binişinden söz eder. Yandaki dolmuşa yaşlı bir kadın biner Süreya onu tanıyordur. Dolmuş kalkana kadar bekler ve anca o zaman anlar tanıdığını. Eskiden çok beğendiği ve şiir yazarken “Acaba o da okuyacak mı?” diye düşündüğü kadınlardan biridir. Burada, Cemal Süreya’nın şiirini “kadınları etkilemek” gibi bir şeyle tahdit etmediğim açıktır sanıyorum. Ama ben bu itirafı, yani Süreya’nın “Şiir yazmaktan biraz soğudum” deyip yaptığı bu açıklamayı çok dürüst ve çokça sevimli buluyorum. Kamunun şair olarak algıladığı, adı şaire çıkmış birçok kişi, bu soruya yanıt verirken bile, illa sofistike şeyleri anlatmayı marifet sayarak pozisyon aldı. Oysa evet, bizi şiir yazmaya zorlayan bir şeyler vardır ve an gelir, koşullar değişir ve yazmayabiliriz. Bunu da çok yüceltmenin, delice manalar atfetmenin gereği olduğunu düşünmüyorum. Türkçe şiirin tarihinde bence böyle bir “sakıt”lık da var; yaptığı işe gereğinden fazla anlam atfeden şair karikatürüyle, yaptığı işin ne kadar mühim olduğunu düşünmeye fırsat bulamayan şair. Bu kısıtlayıcı tespitin içinde de gizli bir fahriye yok. Ben, koşullar değişirse, şiiri her an terk edecek kısımdanım. Bu meyanda, şiiri dilin bir aracı olarak gördüğüm gibi, somutun da bir aracı olarak görme eğilimindeyim.

 

Daha genel bir soru sormak istiyorum. Türkçe şiire topluca bakıldığında Türkiyeli şairin sürekli mutsuz olduğunu, şiirde “ah” nidalarının sıkça yer bulduğunu görüyoruz. Türkiyeli şair yaşamının her anında büyük bir acının içinde kıvranıyor gibi yazıyor; neşeden küçük bir iz bile yok. Aslında Türkçe şiir geleneğinde de böyle bir damar var. Şiir ve hüzün iç içe. Cemal Süreya “Ben neredeysem orası yalnızlığın başkenti” diyor, Necatigil “Yaşamak azaptır çoğu zaman” ya da en meşhur dizesiyle Hilmi Yavuz “Hüzün ki en çok yakışandır bize”; Ahmed Arif ise “Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret / Ve asıl biz biliriz kederi”…

Galiba okurun da şiirden böyle bir beklentisi var. Sesin buğulandığı, gözlerin uzaklara kilitlendiği bir ânı anlatabilmenin aracı olarak görülüyor şiir (hâlâ, pek çoklarınca). Belki yalnızca şiirle de sınırlı değil bu, edebiyat genel olarak böyle kavranıyor. Oysa ironiyle okuru neşelendirmekten keyif alan John Fowles “Sanırım çoğu kişiden daha iyimserim. Karamsarlığın bu yüzyılda sık sık moda, sanatçının dünyayı gerçekten kavrayabildiğinin sözde kanıtı haline gelmesinden de hoşlanmıyorum. Bu, söylenen şeylerin çok farklı ve gerçek sorunlar olduğunu göz ardı etmek değil de, karamsar görüşün, iddia etmesi ve savunması tersine göre çok daha kolay olmasından ötürü, kötüye kullanılıp kullanılmadığını sorgulamaktan ibarettir” diyor. “Karamsar görüşün iddia etmesi ve savunması tersine göre çok daha kolay olduğunu” kabul edersek Türkçe şiirin bu kadar neşesiz olmasını bir tür kolaycılık olarak değerlendirebiliriz galiba.

Senin şiirin bağlamında ise farklı bir durum var. “Neşeli” değil şiirin, hatta zaman zaman hüzne çalıyor. Buna rağmen neşeye yer açacak “dalgacı” bir tavrın baş verdiğini görmek de mümkün. Ancak acıya, kedere, hüzne ya da azaba ara verip de neşenin ya da ironinin filizlenmesine izin vermiyorsun. Bir tür kendini tutma hali var şiirinde.

Bu kadar uzun bir giriş yapmışken birkaç soruyu peş peşe soracağım. Sen Türkçe şiiri bu neşe-hüzün ikiliği açısından nasıl buluyorsun? Senin şiirinde neşenin yeri nedir? “Yaşamak azaptır çoğu zaman”ı kabul eden ama kendini yalnızca bunun üzerine kurmak yerine yaşamı neşenin de yer aldığı bir deneyim olarak düşünen bir şiir dili kurmak olanaklı mı, yoksa şiir ancak hüznün diline mi olanak veriyor?

Turgut Uyar’ın en bilinen şiirlerinden biri olan “Acıyor”daki “tarihe gömülen koca koca atlar/ tarihe gömülürler, o kadar” kısmını “çılgın-hüzünlü” buluyorum. Buradan bulduğum hüzün ile, ekseriyetin şiirden beklediği hüzün örtüşmüyor olsa gerek. Yükseklik/alçaklık gibi bir şeyden söz etmiyorum ama Türkçe şiirdeki “hüzünlü olma zorunluluğu”nu ‘bir yere kadar’ anlayabiliyorum ancak. “Ah” nidasının çokluğunu, belirli bir bağlam içinde değerlendirebiliriz. Mesela “80 Kuşağı” tabir edilen kuşağın “ah” etmesini elbette anlıyorum. Tarihteki en kanlı faşist darbelerden birine maruz kalmış, yaralanmış, arkadaşlarını kaybetmiş, cezaevine girmiş, işkence görmüş ve en hafif tabirle ezilmiş bir kuşağın, ironi dozu yüksek, başka bir dil arayışının peşine düşmüş bir şiiri hemencecik bulmamasını anlıyorum. Anlamaktan öte, durumun netliğini şimdiden bakınca bile tespit ediyorum. Ediyoruz. Ama bu “ah” halinin aşırı romantize edilerek, bir “şiir tavrı”na dönüşmesini de, doğrusu patolojik buluyorum. “Altyapının üstyapıyı sadece bir biçimde değil, sonsuz biçimde değiştireceği” düsturuna bağlı olduğunu farz ettiğim şairlerin, aynı şiirde ısrar etmesini de anlamamayı tercih ediyorum. Bu “aynı şiir”in de en büyük enstrümanı, hep “ah eden kederli şair” oluyor zaten.

“Kendini tutma” dediğin şeyin içinde, sanırım siyasi formasyonumun bir etkisi var. Bir yerden sonra, “o kadar da değil” diyorum kendime. Bir şeyi kanırtmak, bulduğum o hüzünden daha da çılgın hüzünler bulmak için yazmadım hiç. Ama orada, o an hazin bir durum varsa, bunu da teşhis etmeyi kendimden uzak tutmadım. Söylemem gereken asıl şey de şu; bende hüzün yerine öfke olsun istedim. İstiyorum. Bunu şiirde becerebildim mi bilemem ama hayatta hüzün yerine öfkenin benim için daha belirleyici olduğunu çok rahatlıkla, ilk elden söyleyebilirim.

 

Yeniyazı, 12. sayı, Kış-Bahar 2012.

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr