Söyleşi: Mehmet Davut Özdal – Murat Üstübal

 

İlk kitabın Mehmet Molla (160. Kilometre, Ekim 2011) şiddet ve ironiyi üsluplaştırmasıyla dikkat çekiyor. Özellikle şiddet unsuru kitabın ilk şiirindeki tekvando sembolünden, sonlardaki “İstersen Çekilmişinden Vereyim” şiirine kadar gerilimi ve heyecanı hiç düşürmüyor. Aksiyon filmini andıran tüm o sahnelere rağmen görüntünün arkasında büyük bir tatminsizlik ya da doyumsuzluk keşfetmek de zor değil. Tatminsizliğin ve sonrasında ortaya çıkan acının ‘Çok sevmek’ ten kaynaklanıp kaynaklanmadığını sormak istiyorum. Ki “hiç acı çekmeyecek gibi yaşayan insan/ bence enayidir” diyorsun, gerçekten de sevgi ve yaşama bağlılık arasındaki köprüleri yeri geldiğinde hiddetle (ç)atan bir şiir yazılabilir mi?

Çok sevdiğim için mi bu kadar şiddete başvuruyorum nefret ettiğim için mi. Soru anladığım kadarıyla bu. Her türlü gidiyor ya. Fark etmiyor yani. İki türlü de dövüyom. Aslında o kadar abartılı bir şiddet var mı. Emin değilim. Farkında olmadan da yapmış olabilirim. Aslında canım kafa yormak bile istemiyor. Öyle ya da böyle bunları yazmadan edemedim. Demek kırıp dökmeden rahat edemeyecekmişim. Tatmin olamıyorsam da olamıyorum yani neyden tatmin olacam sanki. Aslında bir yandan Allah’ın gücüne gider diye tırsmıyor değilim. Kararında isyan etmek gibi bir çabam var o yüzden. Memnun olmaya istidadım var ya. Biraz işler o yönde gelişse. Mesela tekvando milli takımımız beni gayet mutlu ediyor. Çünkü Bahri Tanrıkulu, Servet Tazegül falan gibi büyük sporcularımız var.

 

Kitaptaki şiirlere baktığımızda klasik şiirin öngördüğü imge ve lirik dize kuruluşu gibi unsurları göremiyoruz, tam bir anti-estetik duruş sergiliyor şiirler. Peki ama öyleyse, bu sözümona aleladelik nasıl oluyor da bir çekim alanı yaratabiliyor? Bu soruya bu şekilde yanıt vermek istemeyebileceğini düşünerek bir adım daha atma ihtiyacı hissediyorum. Ortada bir travma var, şiir personasının ya da şairin travması fark etmez. Bu travmanın sunumu Hal Foster’ın ‘travmatik gerçekçilik’ şeklinde tanımladığı canlı kanlı travmatik ve dramatik bir gerçeğe tekabül ettiği için bir empati yaratıyor olabilir mi, ne dersin? Bu itici çekim ile ilgili ne düşünüyorsun?

Ancak bu şekilde yazabildiğim için böyle yazıyorum. Anti estetik duruş mu neyse. Benden önce şiirimizde zaten baya bir değişme olmuştu. O pervasız tavrım çok da yadırganmadı gibime geliyor. Bir de bu işin beş bin türlü yolu var. İlla şöyle olmalı diye bir şey yok. Yazdığım şiirin okuyana nasıl bir etkide bulunduğunu bilemem. Ya da neden bulunduğunu Vay işte ben acayip travmatik gerçekçi falanım o yüzden oldu diyemem. Ne bileyim yani. Yalnızca mümkün olduğunca samimi ve dürüst olmaya gayret ettim.

 

Ayhan Işık, Hulusi Kentmen, Ferdi Tayfur, Bruce Lee ya da Ejderin Ölümü vesaire… Bunların hepsinin toplumsalın zihninde bir karşılığı var; ama bunların şiiriniz bağlamında sizde daha farklı ve özel yerlere kısacası otobiyografik bir imgeleme karşılık geldiğini de düşünmek mümkün sanırım. Ne dersiniz?

Evet düşünülebilinir.

 

Şiirlerinde kendini karşına alıp konuşma ve telkinde bulunma konusunda şaşırtıcı bir sağlamlık var. Bir nevi özeleştiri ve otokontrol şeklinde ilerleyen “Sijo” şiirinin ilk dizesi olan “usta olduğunu aklından çıkarma” dizesinden başlamak üzere şiir personasının şairine gönderildiği sayısız dize mevcut. Bir yandan da bu tarz dizeleri her okur kendi üzerine alıp bu telkinler silsilesine katılabilir. Şiirinde kendi kendinle didişmene dair neler söyleyebilirsin?

Kendinle konuşma telkin vs o var bende. Ama sijo öyle sayılmaz. Sijo ben değilim. Kendimle konuşma olsa niye Bruce Lee’ye ithaf edeyim zaten. Orada Sijo olmayı kıymeti bilinmesi gereken bir şey olarak görme falan var. Herkesin ulaşmaya çalıştığı seviyeye ulaşmış bir adam düşün mesela. Ama dediğim gibi kendimle konuşma tarzında şiirlerim var. Bazen de başkasına söylüyorum. Nasıl gerekiyorsa öyle ya işte. İsteyen üzerine de alabilir. Almaya da bilir. Çok da kafaya takmamak lazım bunları. Ben söylüyorum.

 

Sabrına sığınarak, son bir soru sormak istiyorum. “Sonuçta” şiirinin sonunda hem: “Mehmet MOlladır. Bir meydan okumadır” diyorsunuz, hem de hemen ardından: “insan sonuçta sosyal bir varlıktır” diyerek toplumsal olana yöneliyorsun. Kitap içi güncel politik göndermeler de dikkate alınırsa kişisel olanla toplumsal/politik olan arasındaki çatışmanın ya da ilişkinin sendeki karşılığı nedir?

İnsan sosyal bir varlıktır sözünün öncelikle aynı isimle yaptığım videoya bir gönderme olduğunu belirteyim. Genel olarak şiirlerimi bilenlerin, videolarımı da, özellikle o videoyu da bildiğini tahmin ediyorum. O yüzden bir sakınca görmedim o göndermeyi yapmakta. Onun dışında, MEmet MOlladır bir meydan okumadır’la insan sosyal varlıktır arasında bir çelişki yok zaten bana göre. Meydan okuma olduğuna göre tek başına olmadığının farkındadır herhalde yani. Toplum dışı bir şey olarak görmüyor yani kendini. Görmüyor derken ben yani başkası değil. Ben görmüyorum. Aslına bakarsan, insanın sosyal varlık olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Şöyle diyebiliriz; şiire kişisel sebeplerle başladım. Ama bu, dünyada bir tek ben olsaydım, başka hiç kimse olmasaydı yine yazardım anlamına gelmiyor. Yazmazdım. Bir ilişkinin ve etkileşimin ürünü her şey.

 

Ücra, 48. sayı, Temmuz-Ağustos 2012.

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr