çene. anlık notlar, anlık iletiler.

 

x [ A1, B1, C1, Ç1… bunlar gerçek hayatta var olan ama adını açıklamaya kaçındığım bazı insanlar için uydurduğum örtük adlandırmalar değil. bu kişileri birer öykü ya da roman karakteri gibi tasarlıyorum. yani hepsinin gerçek hayatta birçok karşılığını bulabilirsiniz ama hiçbiri gerçek bir kişiyi ima etmiyor. bunu açıkladıktan sonra gelelim Ç1’e… ] Ç1 lise, üniversite yıllarında, o yaşın, o yılların özentisiyle kendine hazırladığı köşe lambalı okuma köşesinde her akşam oturur, tıpkı benim de o yıllarımda yaptığım gibi, tek başına, ama kendini asla yalnız hissetmeden, büyük bir ailenin üyesi olduğunu hissede hissede, satırların altını çize çize okuduğu kitaplarla ileride sorguya çekileceğini sandığı o büyük güne hazırlanırdı: gel bakalım, kimleri okudun, anlat bu dünya neymiş, sen bu dünyada kimsin, nesin? o sorgu günü hiçbir zaman gelmedi, çünkü insan olma durumuna katkıda bulunan büyük yazarların geride bıraktığı kendine özgü biricik katkıları tek tek öğrenme, dünyayı toptan anlama göreviyle dolu o hazırlık günleri, bir yazardan bir yazara geçerek kat edilen o yol, Ç1’in gençliğinde geçerli olan, ne var ki bugün kaybolmuş bir dünyanın genç insanların önüne koyduğu insan tasavvuru ile ilgiliydi, kendini bir ahlak çerçevesinde gerçekleştiren bütün insan, 20. yüzyıl bunları bir roman üslubuyla anlatıyorum, çünkü bugün için o insan tasavvuru hakikaten ancak çok roman okumuşların kafasında bulunan bir insan tasavvuru. tasavvur, zihinde canlandırma demek, kimseyi yormayayım… Ç1, elindeki kalın roman bitmeden odasından çıkmadığı günleri, kitapların adlarını, sayfaların görüntülerini sanki bugünmüş gibi pırıl pırıl bir hafızayla hâlâ tek tek hatırlıyordur. ben de hatırlıyorum. halbuki üstünden 45 – 50 yıl geçti. geçenlerde Ç1’i gördüm, bir şey okuyordu. beni görünce yine şikâyete başladı: bu iş artık iyice çığırından çıktı, bu kadarı da olmaz inanabiliyor musun, bizim gençliğimizde okuya okuya cildini parçaladığımız, çağımızın estetik merakına her açıdan rehber olan, onu okuyana yüksek rütbe verdiğimiz kitap, rilke’nin genç bir şaire mektuplar‘ı, evlilik törenlerinde, mezuniyet günlerinde, hatta cenazelerde, geçtiğimiz on yılın en çok alıntılanan kitabı olmuş, hatta en entelektüel kişisel gelişim kitabı sayılabilir deniyor. kişisel gelişim kitabı rilke düşünebiliyor musun? vay canına! şaşırdım… yanlış anlaşılmasın, şaşkınlığım haberin kendisine değil de Ç1’in tepkisine. bu tepki D1’e daha çok yakışırdı diye düşündüm, tepki dediğim şey dünün değerleriyle bugünü yargılamak. tersini de E1 yapıyor, bugünün değerleriyle dünü yargılıyor ama E1’e başka bir zaman geliriz. Ç1’in verdiği tepkiyi D1’den beklerdim çünkü D1, neyin ne olması gerektiği hakkında sürekli acı acı ahkam kesen o labirent insanı, o körleştirici üslubunun yardımıyla, olduğu yerde yüz yıl aynı kuyuyu derinleştirmekle meşhurdur, omurga sahibi diyorlar ona, ülkemizde en sevilen bastondur omurga. şikâyetini tam anlamadım dedim Ç1’e, kitabın bu şekilde yaygınlaşmasını mı beğenmiyorsun? rodin’den rilke’ye, rilke’den bize, sonunda nihayet bu kadar insana geçen öğütler bir düğünün şetareti, bir cenazenin tesellisi olamaz mı? böyle olursa, metin o yüksek değerini kaybeder diye mi düşünüyorsun? bırak okusunlar, paylaşsınlar ben sevindim bu habere dedim. sen hep böylesin işte dedi, kızdı bana, düşüncelerimizin arasına girip aklınca tutarlılığımızı sorgulayan bir karakedisin. insanda biraz omurga olur. hah, başladı yine… o kadar iyi bildiğim bir tirat ki bu, dinlemedim, tam işte bu yüzden tam olarak bir kabul görmüyorsun faslına geldiğinde kestim sözünü. evet dedim, konservatuvar tutarlılığının karakedisiyim ben, konservatuvara kabul edilmemiş olmak benim en büyük özgürlüğüm, o sayede konservatuvarın dışında kalan o koskocaman yere istediğim gibi yayılıp her istediğimi, konservatuvarda yazamayacağım her şeyi yazabiliyorum. hatta daha ileri giderek şöyle dedim: konservatuvar sınavını bir türlü verememiş olmak, o kabul görmemişlik benim çalışma masam, o masada çalışıyorum ben 

 

x şimdi size bir diz hikâyesi anlatacağım. diz kapağının arkasındaki yastık eskidiği için annemin son yıllarında hareket yeteneğinde kayıplar olmuştu. bu sorunlar aşağı yukarı ilhan berk’in ( annemin adı da ilhan’dı bu arada ) son yıllarındaki diz problemine denk geldi. ben bu iki ilhan’dan gelen diz bilgilerini her iki tarafa da aktardım uzun bir zaman… ilhan berk için yürüyememek fikri büyük bir kâbustu. annemse kaderine razı olmuştu, yardımla yürüyor, evden dışarı çıkmıyordu. bir yerden ya duymuş ya okumuştum: vücut hareket etmek üzere tasarlanmıştır, iki adımlık gücünüz bile kalsa, o iki adımı atın. ben de bunu hem anneme hem ilhan berk’e aktardım. ilhan berk, öyle mi diyorsun dedi, bu tavsiye hoşuna gitti. zaten durabilen bir adam değildi, son gördüğümde, ölümünden on gün önce evinin arkasındaki küçük iç bahçede kol kola volta atmıştık. şimdi filmi ileri saralım… ilhan berk öldükten sonra bodrum’dayız, cenazeden önce herkes kürsüye çıkıp bir şeyler söylüyor. leyla erbil çıktı. aralarında geçen son telefon konuşmasını anlattı. ikisi de yürüyüş zorluğundan şikâyetçi. leyla erbil sanırım parkinson hastalığından yürüyemiyor. ilhan ona o iki adımı atacaksın diyor. bunu duyunca o yaslı halimde bile nasıl gülmüştüm… ne güzel adamdın ilhan berk… sonra leyla erbil ilhan berk’e boş ver ilhan, yürüyemesek bile elimizde değerli bir şey var, şimdi telefonu kapatınca ben bir öykü yazarım, sen bir şiir deyince ilhan köpürmüş: siktir et şiiri, ondan çok yazdım, bana diz lazım, diz

 

x dün gece bir rüya gördüm. rüyamda charlie chaplin, çok önemli bir sırrını ifşa eder gibi bana : i have put a thinker onstage. you will want that thinker to stay onstage after i am gone, and so i will always be onstage even if i am dead. ( ben sahneye bir düşünür soktum. ben öldükten sonra o düşünürü siz de sahnede isteyeceksiniz, böylece ben hep sahnede kalmış olacağım ) dedi. rüyalarımı hiçbir zaman böyle net hatırlamam, hatırlayanları kıskanırım, mesela ömer’i [ şişman ]. ama bazen oluyor. bir keresinde de beyaz saçlı bir dede nicedir sürgüne giden cennetliler arasında mahkûmlar yalnızdı demişti. uyanır uyanmaz koşup not almıştım.

 

x evin içinde üç gündür kimseyi görmeden yalnız dolanıyorsun. zihnin çok kere başka yerleri dolanıp tekrar buraya geri döndü ama dikkat ettiysen bedenin hiç evden dışarı çıkmadı. zihin öyledir, dolaşır, gidip sonra tekrar buraya geri döner. ta doğduğun günden beri olan her şeyi, asla yanından ayrılmayan bu beden yaşıyor, evin içinde üç gündür gözle görülebilen tek canlı… yaşadıkların içinde başkalarının aracısız şahit oldukları var, kimsenin şahit olmadığı ama senin aracı anlatıcı olarak başkalarına anlattıkların var, bir de kimsenin görmediği, kimseye anlatılmayanlar yani sırlar var. bedenin hepsinde oradaydı. zihnim dediğin şey… aslında o da, şu anda bütünüyle burada, bu bedende ikamet ediyor. gidip geliyor ama arşiv tutan proteinler burada, onlar bir yere gitmiyor. anlatmadıkların, bir gün anlatsam roman olur diye düşündüğün, ama diğerkâmlık zannının beslediği bir yücelik hissiyle, başkalarına zarar vermemek için kendinde sakladıkların seni daha fazla sen yaptı. çünkü onlar, bunca yıldır büyük hikâye’ye katılmadan sende yaşadılar, o yüzden başkalarının hikâyelerine karışmadan tartışmalardan uzak, arınık kaldılar. anlatsaydın toplumsallaşıp biçim alırlardı. biçim alan, insanı biçim almayandan daha çok uğraştırıyor. neyse işte, ne olduysa oldu, şimdi bu evde, başına gelenleri başarıyla bugüne kadar yok olmadan kaydetmiş olan bu mevcut zihin, kendisini bunca yıldır taşıyan bedenine bakıyor. filozofların varlık dediği şeyi anlamakta zorluk çekerdin, şimdi gözlerinin yerleştirilmiş olduğu insan başından aşağıya doğru baktığın zaman gördüğün bu taşıyıcı uzun düzenek ( bedenin ) mi yoksa varlık denen? being, olan… her şeyi bu düzenek yaşadı… insan ilişkilerinde sana, olumlu ya da olumsuz, bir değer biçtiğini düşündüğün büyük hikâyen, şu anda bu kocaman salonda, ayağını uzatmış, tek başına oturuyor. bugün şanslısın, kendini dışarıdan görebiliyorsun. karnından bir gurultu geliyor. bak, bu gördüğün, o hikâyeyi yaşarken, yol boyunca kullandığın kol. bu el neler tuttu, bir masaldan gelmiyor bu el, senin elin bu, bütün sevgililerini bu el okşadı. hep seninleydi. şu anda çaldığın müzikle sallanan bu bacaklar, senin bacakların, bu bacaklar seni bunca yıl hikâyenin içinde oradan oraya taşıdı. komik değil mi? bundan kırk sekiz yıl önce, deniz kenarında, küçük bir dal parçasını kurumuş derinin üstüne sürterek seni seviyorum diye yazıp kimse görmeden sevgiline gösterdiğin bacaklar, şu an baktığın bu bacaklar… bunlar senin varlığın. küçücük bir haberle birden yine içinde başka insanların bulunduğu o büyük hikâyeye bağlanma tehlikesine karşı telefonunu uçak moduna aldın, bugün de istemiyorsun büyük hikâyeyi… sucu gelecek, sucu da büyük hikâyeden gelecek, onunla bağlantıyı kısa tutmak için on beş buçuk lirayı şimdiden hazırladın. canım bedenim, bugün yalnızca seninle beraberim. bana büyük hikâyenin ne kadar değerli olduğunu söylüyorlar. tam tersi, değerli olan şey olanlık, olanlığın tadını çıkaralım bugün, muammalı olanın, sonunda kaybolacak olanın… işte böyle ahmetciğim, anlamın ne olduğunu bil de, anlam aramaya bu bilgiyle devam et. senin insan eşref-i mahlûkattır diyen bir baban olmadı hiç.

 

x düşünün ki 2004 doğumlusunuz, şu an 16 yaşındasınız, şiir yazmaya başlayalı bir yıl oldu, önünüze modern şiir diye bir kabul konuyor. – modern şiirin kazanımlarından geri adım atamayızhmmm, öyle mi? büyüklerin dünyasında bu işler böyle galiba. 19. yüzyıl sonunda sanatın ( aslında başka alanlar özerkleştikçe mecburen ) özerkleşmesi sonucunda, şiirin de ( tıpkı resmin yüzeye, müziğin tonaliteye yoğunlaşması gibi ) sese, sayfaya, dili kullanışına, ortaya çıkışına, yani kendi malzemesine sınırlarını zorlayarak deneye deneye yoğunlaşması, sanatın temsilden sunuma geçtiği – başka bir şeyin temsili olmadığı, kendinin sunumu olduğu, biraz kabaca özetlediğimi biliyorum ama, şiirin eski kendinden başka bir şey iletme görevinden toptan sıyrıldığı bir modern… şiirin şiir olarak kendine dönüşü, başka hiçbir insanlık faaliyetine benzemezliğini coşku haline getirişi… yüz yıllık bir tutku. şiir bir yüz yıl kendi üstüne düşünmüştür, çok önemli bir evre, öğrenimleri çoktur, bundan kimsenin bir şüphesi yok. şimdi başa dönelim. düşünün ki 2004 doğumlusunuz, şu an 16 yaşındasınız, önünüze modern şiir diye bir kabul konuyor. size madem şiir yazıyorsunuz, bunlar kazanımlardır, bu kazanımlardan geri dönüş olmaz deniyor. etrafınıza bakıyorsunuz, neredeyse rorschach testine dönmüş şiirler görüyorsunuz. bir farkla, testi hazırlayanlar ( şairler ) sanki yolunu şaşırmış, testi neden hazırladıklarını unutmuşlar diye düşünüyorsunuz. sınıf arkadaşımla, sevgilimle hatta kendi içimdeki şair olmayan altbenliklerle paylaşamadığım şiirin ne anlamı var?  ancak o yaşta sorulabilecek bu anlamlı soru geçiyor zihninizden. öyle ya zekâ gösterisi için girmediniz şiire… gösterilen yola giren genç şairlere bakıyorsunuz, hay allah ben şiirin beyaz yakalısı olmak istemiyorum diye düşünüyorsunuz üzülerek. sonra o yaşta sormanız gereken soruyu, çekinerek, önce kendinize sonra yanınızdaki genç şair arkadaşınıza fısıltıyla soruyorsunuz: peki bu modernin dışına çıkamaz mıyız? işte tam bu noktada, bu sorunun, etrafınızda yapılan tekdüze misyoner-modern sanatın karşısında modernci / kentli bir tavrın sorması gereken soru olduğundan emin olun, bir şey tartışılmaz doğru olarak önünüze konduysa onu kenara itip yolu temizlemek modernci tavrın ilk ilkesidir. modernin esas kazanımı budur. fısıltıyla sorulan bu soruya dışarıdan yüksek sesle verilen bir cevap geliyor: hayır yavrum, o orta çağ olur… ama artık ok yaydan çıktı, şüphe bir kere seslendirildi. F1 ( 2004 ) cevap veriyor : olsun ne var? ben doğru yazılmış bir şiiri değil, şiirin yeni orta çağını arıyorum. canım F1… yalnızlıktan korkma. şiirin, kendi özerk varoluşuna, varolduğu sayfaya / yüzeye, kelimeye, dile kapanması artık süregelen bir kalıp olduğunda, şair bunun dışına çıkmak istiyorsa, kendine yeni bir orta çağ arıyorsa, bunda yanlış olan şey nedir? – ama bu modernin kazanımlarının gerisine düşmek olur. niye? modernci tavır, eskiyeni her seferinde geride bırakmaktır… şiiri başka bir şeye ihtiyaç duymadan ayakta tutan yeni yapıları bulup ortaya çıkarmaktır… herkes aynı fikirde olduğunda yeni bir deneye ihtiyaç duymaktır… modernci yaklaşım budur, kurumlaşmamaktır… bakir kalmaktır… modern şiirin kazanımları bunlardır, yüz yıl aynen devam eden modern, modern olmaz. genç F1, galata köprüsü’nün en kalabalık, en kaotik saatinde kollarını yana açtı, etrafında dönen akış halindeki türkiye’ye haykırdı: işte orta çağ! F1 haklı, hepimiz ülkemizde ( galata köprüsü’nün üstünde ) yaşıyoruz, kör değilsek görüyoruz, dilsiz değilsek içimizde birikeni bağırmak istiyoruz. süregelen bize yetmiyor.

 

x televizyon seyretmiyorum, sosyal medya kullanmıyorum, acz / şikâyet okumuyorum  ( ki acz / şikâyet ülkemizin çileci kültüründe bayağı bir toplam eder ), kahırlı türkçe müzik dinlemiyorum ( ki bu da bayağı bir toplam eder ), ideolojik üstünlük-itikat-halk-omurgalı insan-izan-sosyal düzen-güzel ahlak gibi kavramlardan nereden olursa olsun ( şiir/yazı/sinema/vb ) kokusunu duyduğum an kaçıyorum… e sen ikili tekrar’da ülkesini sevmeyen şair olmaz yazmıştın, ülkenle nasıl bağ kuruyorsun peki? türk sanat müziğine geri döndüm, nesrin sipahi’yi dinliyorum. ondaki şetaret dolu duygusallığı başka hiçbir yerde bulamıyorum. birisi bana sen neyin devamısın? diye sorsa, ben nesrin sipahi’nin devamıyımnesrin sipahi okulundanım derim, o tonu hiç düşmeyen, hiç bozulmayan şetaret yükselişlerini o kadar çok içimde hissediyorum ki.

 

x ikinci yeni’nin en canlı ilk beş yılından bugün bize kalan mirası döndürüp dolaştırıp şiir = imge formülüne indirgemek her zaman kuvvetli bir eğilim olmuştur, ikinci yeni’de imgenin önemsiz olduğunu söylemiyorum, tersine önemliydi. ama miras ( bir neslin kendinden sonra gelen nesle bıraktığı şey – tdk ) imge midir, imge mi olmalıdır, bunu soruyorum. 1950’lerin sonundan söz ediyoruz. imge, 20. yüzyılın ilk yarısında yalnız şiirde değil, bütün sanatlarda duyulara dayalı bir uyandırma’nın çok önemli bir aracıydı. ben deneyimledim, kelimeleri öyle alışılmadık bir şekilde birbirine bağlayacağım ki şimdi sen de deneyimleyeceksin, en basitleşmiş tanımıyla imge bu. eskiden duyuların tecrübe ettiği şeyi aktarabilmek için tasvir yapılırdı, benzetme yapılırdı ama imge duyuları aktarmaz, uyandırır. yani bir aktarım aracı değil, ece ayhan’ın tarifiyle imge aslında anlam. anlam taşıyıcısı. 1950’lerin sonunda şair, şiirde duyusal uyandırma görevini ( ki bu aslında temelde lirizmdir ) kendi için anlamlı buluyordu. şimdi de böyle bir görevi anlamlı bulanlar elbette var, ama ortada bir uyandırma, bu konuda bir başarı olup olmadığı şüpheli. resmin, sanatın, sinemanın, videonun, müziğin, hatta haber bültenlerinin, kısaca dünyanın duyuları uyandırma konusunda geldiği yere bakın, bir şair olarak bunu söylemek zor ama, kim takar 21. yüzyılda şiirde imgeyi? şiiri imgeye indirgeyemezsiniz. şiir artık kelimeler dini değildir. anti-lirik boşuna şiirin gündemine gelmedi. şimdi dönelim ikinci yeni’nin mirasına. ben ikinci yeni’nin mirasını ikinci yenicilerin tuttuğu yolda arıyorum: önüne konulan formüle güvenmeme / itiraz + ( ali özgür özkarcı’nın deyimiyle ) aranışçılık + yıkıcılık + yeniyi bulma. benim modernci miras olarak gördüğüm şeyler bunlar, kısacası metot. metot, önemli adamlardan, önemli akımlardan bize kalan şey. ne sormuş olduğu, soruyu nasıl cevapladığından daha önemli… yoksa turgut uyar orada dururken, ikinci ( hatta üçüncü ) bir turgut uyar’a kimin ihtiyacı var? ikinci yeni’nin bu iddialarını birer taş gibi alır, aralarındaki ilişkiyi göz ardı etmeyecek bir düşünsel silsile ile yan yana yerleştirir, bir yol oluşturursanız, o yolun sonu mantıken mısırkalyoniğne’ye çıkar. bu yüzden, mısırkalyoniğne ikinci yeni’nin ana akımının dışında kalan, arızi bir kenar kitabı değil, merkezi oluşturan bir kitap sayılmalıdır. yalnız bir yazma fikri olarak değil, uygulama olarak da mükemmel bir kitaptır. turgut uyar’ın, 1960’ta dost dergisinde anlamsızlık sorunu, anlam yararına çözüldü demesinden iki yıl sonra 1962’de yayımlanmıştır. ilhan berk’in metotta inat kitabıdır. mısırkalyoniğne ikinci yeni’nin en kendisi olduğu kitaptır, bir miras aranıyorsa mısırkalyoniğne isimli uç noktaya bakılmalıdır. ilhan berk’in hafızası seksen yıl süren bir yıkma yapma kaydı’dır.

 

x sabancı müzesi’ndeki avni lifij sergisine gittim, avni lifij kadar yeteneğini dört nala sahaya sürmüş ne kadar az sanatçı var… avrupa’ya şair olarak giden, ama tiyatro, roman, gazetecilik ile dönen namık kemal de böyle birisiydi. sahayı genişletmeyi kendine görev bilmiş, şiirin her şey demek olduğu vatanında, şiirin sınırlarından kurtulmayı bir şair olarak başladığı hayatının esas görevi olarak içselleştirmişti. bunu yalnızca bir görev aşkıyla yaptığını söyleyemeyiz, düşünceleri vardı, düşündüklerini ifade edebildiği yeni nesneler yaratmak oldukça kişisel bir dürtüdür de… avni lifij bana bunu düşündürdü. olduğu yerde durmamak, oradan oraya deneyerek bütün sahayı gezmek, bir sanatı baştan sona tavaf etmek… bunlar yalnızca türkiye’de resim sanatının gelişmesine hizmet etmek için yapılacak şeyler değil. o adamlara bu düştü: yaparak içeri almak… sergi çıkışı E1’e rastladım, genç bir ressam. avni lifij’in veremden ölmeden önce yaptığı son otoportreyi kastederek son otoportresine bakınca ölmeden önce son anında biraz yırtmış diye düşündüm ama yine de hayatı boyunca hiç yırtmadan yeteneğini nasıl harcadığını görmek üzücü dedi. yırtmaktan neyi kastettiğini sormadım, kişisel sınırlarından kurtulmak / sanatta serbestlikle daha üst kişisel bir ifade düzeyine erişmek olarak kullandığını düşündüm. şunu anladım: avni lifij hayatı boyunca resmin klasik sınırları içinde kalmış, içindeki bireyin kendini serbestçe ifade edeceği aldırmazlığa hiç yanaşmamış, uslu çocuk olmuş, hayatının son zamanlarında veremin getirdiği o dehşet içinde baskı altındaki birey bodlervari bir sıçrama yapmış ama heyhat… ömür bitmiş. bu bana 20. yüzyıl başındaki bazı öncü aydınlarımız için yapılan avrupa’ya gitti, yan masadaki modernistleri görmedi bile değerlendirmelerini hatırlattı. bugünün değerleriyle dünü yargılayamazsın dedim E1’e, sanatçının içindeki bireyi mutlaka serbest bırakması bugünün güçlü bir yargısı o dediğinle bugün biz yükümlüyüz. bir sanatı o sanatın bütün temellerini kendinde atacak kadar sevmek de senin tabirinle yırtmaktır. avni lifij’in yırtması budur. her şeyi, başta kendini bir okul haline getirmek. bundaki kişisel patlamayı ( yırtmayı ) görmüyor musun?

 

x dünya hep düşlediğimiz gibi sonunda özgür bir yer olacak mı? on milyar nüfuslu bir dünya düşün… on milyar kişilik bir özgürlük trafiği klasik yasalarla düzenlenebilir mi? düzenlenebilse bile bence bu otoriterliğin artışı olacak. yeni iletişim imkânlarıyla otoriter değilmiş gibi düzenlendiği zannı kolayca verilebilir. böylece toplumsal iyilik güya özgürce örgütlenir. zaten bu nüfusun çoğu yine köle olacak, çünkü özgürlük refah ister. geriye kalanlar ( yani refah sahipleri ) özgürlük ihtirasıyla yanıyor olacak. muhterisleri özgür bırakırsın, herkes istediğini söyler de söyler. çok konuşan toplum, herkese bir mikrofon. bunun sonsuz özgürlük mü yoksa özgürlük sıkıdüzeni / özgürlük totaliteryanizmi mi olduğunu göreceğiz. ben sonsuz özgürlükten korkarım. nörobilim, insanın temel ihtiyacının sonlandırma / son verme ( closure ) olduğunu söylüyor. sonsuz özgürlükte closure yok, gerçi bir sona ( nihai karara ) bağlamadan düşünmeye bayağı dayanıklıyım, hatta bu benim düşünce biçimimdir diyebilirim, ama kişisel özgürlüğümün sonsuz olduğunu bilmek bana varoluşsal bir korku veriyor: sınırı ben koyacaksam, o zaman bütün bu varoluşun anlamı ne? bilmem ne sorduğumu tam anladın mı? ama bu demek değil ki serbestlik kültürü olmadan yaşayabilirim. serbestlik kültürü olmadan özgürlüğü yaşıyoruz. o yüzden hepimizin belli bir yaştan sonra hızı kesiliyor, dünya üstümüze kapanıp bizi terk edip yalnız bırakıyor. 

 

x ne zaman oldu, hangi olayla eşzamanlı oldu, kim kimden önce ya da sonra yaşadı, kim ne ile eşzamanlı, o kitap yazılırken başka yazarlar hangi kitapları yazıyordu, rimbaud londra’ya gittiğinde londra’da neler dönüyordu, ikinci yeni kaç yıl sürdü, 50 kuşağı öykücüleri ikinci yeni’yi eşzamanlı mı etkiledi… kronolojiye her zaman çocukça basit bir merakım, düşkünlüğüm oldu. bir zaman dilimi içindeki bütün yapma-etmeleri, bütün olanbiteni aynı anda duyabilseydik… duyma imkânımız olsaydı, duyduğumuz o uğultuya büyük vızırtı adını vermiştim, bir türlü kapatıp oylamaya geçemediğin, herkesin bir ağızdan konuştuğu, kalabalık büyük toplantı, bence ( kavranması imkânsız ama ) esas tarih o, akış… anlamlandırmayı tam bitirmeden, olanbiteni akışı içinde hissetmeye çalışmak, paranteze alıp bırakmak, parantezleri hafifçe birbirine teğellemek şair olarak bana her zaman daha cazip geldi. – aaa, bu dediğin o zaman mıydı? – tabii, rimbaud londra’da kristal palas’ı verlaine’le beraber 1873’te görmüştü. bil bakalım daha önce, 1862’de, kristal palas’ı kim ziyaret ediyor? dostoyevski… – amerika’da iç savaşın çıkmasından bir yıl sonra mı? – evet, baudelaire de işte tam o sıralarda artık hastalanmaya başlıyor, 1862’de komünist manifesto’dan 14 yıl sonra bir ara bir hayalim vardı: bilgi meraklısı, arayışı olan, okuyan, bilgisine güvenilir kişilerin üye olduğu, bu kişilerin okudukça / öğrendikçe tarihten küçük ya da büyük olayların oluş tarihini girdiği büyük bir zaman çizelgesi ( timeline ). kafamda basit bir web tasarımı vardı, kaydırarak aşağı doğru uzayıp giden tek bir çizgi… üyeler bilgi girdikçe yıllar boyunca devam ederek hem geriye hem geleceğe doğru zenginleşecek bir tarih cetveli… bilgisayar programlama dili öğreten bir arkadaşım öğrencilerine bir program yazdıracaktı, ama zaman içinde aksilikler oldu, bir türlü gerçekleşemedi. geçen gün baudelaire’in victor hugo’nun sefiller’i ile eşzamanlı olduğunu okuyunca şaşkınlıkla durdum. victor hugo’nun, eğer bir kronoloji duygusuna sahip olmadan okunmazsa ( ki kronoloji artık netflix’in paralel evrenli koridorlarında kaybolmuş bir duygu ), bugün insana sanki bizi artık hiç ilgilendirmeyen masalsı zamanlarda geçiyormuş hissi verebilecek olan romanı sefiller, 1815’te başlıyor, 1832 paris ayaklanmaları’nı da içererek paris’in büyük bir şehir olarak inşa edilmesiyle devam ediyor. biri size, modern şiir analizlerinde sık sık bir başlangıç noktası, modern durumun öncü bir saptayıcısı olarak anılan baudelaire’in ( 1821 ), sefiller’in geçtiği dönemde büyüdüğünü söylese, bugünün insanı olarak herhalde en azından bir kronoloji şaşkınlığı yaşarsınız değil mi? işte size tam da bir 21. yüzyıl sorusu: – a aaa, modern şiir, hâlâ atların kullanıldığı bir kentte mi başlamış? evet, öyle başlamış. seviyorum seni, rezil başkent!  böyle bir dönemin şairinin dizesi. sevdiğim yazarları daha iyi anlamak için, bu hayret dolu kronoloji egzersizlerini sık sık yapıyorum. baudelaire kötülük çiçekleri’ni 1857’de yayımladığından sekiz yıl önce amerika’da meşhur altına hücum yılları var. bugünün genç insanı altına hücum ile kötülük çiçekleri’ni aynı zaman diliminde düşünebilir mi? kötülük çiçekleri’nden dört yıl sonra da amerikan iç savaşı başlıyor. baudelaire’e ne borçlu olduğumuzu anlamak için ona atfedilen kentsel karmaşıklığı şiire sokma öncülüğünün nasıl bir dünyada becerildiğini görmemiz lazım. leş şiiri nasıl bir fiziksel ortamda ortaya çıktı? dünya aslında bir çöplük, bir kronoloji çöplüğü, çöplüğün derleyici horozlarına tarihçi deniyor. biz şairler hayret duygumuzu beslemek için ( aman ha! ) horozlar görmeden eşelenebiliriz ancak, bu kadarı biz gerçekçilere yeter.

 

x okuduğun bir şiirde kişisel hiçbir şey olmasa da, yazan hakkında hiçbir şey bilmesen de, şiirin kendini ortaya koyuşu onu ortaya koyan beynin işleyiş şeklini ele verir. bir yüze bakmak gibi… şiirde saklanmak zordur demeyelim ama yakalanmak kolaydır. şiir okumanın diğer okumalardan en güçlü farkı, okuduğun şairin beyninin nasıl çalıştığını, kısacık bir şiirde bile olsa haritasını çıkarabilecek kadar berrak bir şekilde görebilmen, o işleyişe hayret duyabilmen, hatta bazen o işleyişi kendine aziz kılabilmen… şiiri o yüzden yoğunlaşma olarak görüyoruz, oluşturma. ( dichten = condensare ) bizler yoğunlaştırıcılarız. şiir, bence bu yüzden müzikten çok düşünceye yakın… yine krizdeyim, hiç şiir okuyamıyorum. orada çalışan bir beyin ( bir insan ) olduğunu anladığım zaman o fırsatı kaçırmıyorum, yoksa sözcüklerin şenliği ( dolayısıyla bu şenliği kendine meşgale edinmiş beynin haritası ) beni hiç ilgilendirmiyor. bu sıkıntı devam ettiği sürece şiir hakkında düşünmek de sırasız kaçıyor.

 

x insanlar büyür, çocukluk biter, küçükken dışarıdan seyredilen olayların içine düşülür, her şey değişir, arkadaşlıklar sıkılaşır, aşklar başlar, aşklar biter, aşklar başlar, aşklar biter, bir perde iner, sonra perde kalkar, sonra yine iner, ölümler başlar, arkadaşlar ölür, ölmeyenler geride kalır, ortalık tenhalaşır, sonra yine kalabalıklaşır, yeni arkadaşlar ölen arkadaşlardan gölgeler taşır, bazen sessizce kaçabileceğini düşünürsün, kaçmak imkânsızlaşır, gitsen seni özleyen olacak mı bilmek istersin, her şey dağılıyormuş gibi gelir, sonra toparlanır, sonra yine dağılır, oturduğun yerde saatlerce kalmaya başlarsın, insanlar büyümeye devam eder, büyür, büyür, büyür, eşyalar yaşlanır, birbirini seven insanlar ayrıldığında bu bütün kalpler için kırıcı olur.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr