Türkiye’de internet kullanımının yükselişi, 80 sonrası doğan kuşağın şiir yayımlamaya başladığı döneme denk geliyor. Dijitalleşme, şiirin kullandığı araç ve gereçleri de değiştirdi. Dolayısıyla, şiir sadece okunan bir tür olmaktan çıktı. Örneğin, şiir içindeki bir link sizi Youtube videosuna ya da Instagram görseline yönlendirebiliyor. Kısacası, yeni şiir biçimleri edebi üretime ve alışkanlıklara farklı alanlar açtı.
1980 doğumlu şair Ömer Şişman’la 80 sonrası doğan şairler, 2000’lerde Türkçe şiir ve şiir yayıncılığı üzerine konuştuk. Ömer Şişman, Burak Fidan, Ali Özgür Özkarcı ve Ahmet Güntan’la birlikte Edebi Şeyler’in yürütücülüğünü yapıyor. Şiir ve şiir eleştirisi dizisi 160. Kilometre’nin kurucularından. hata devam ediyor ve bitkiben isimli iki şiir kitabı var.
80 sonrası doğan şairlerin birçoğunun editörü ve “kâşif”isiniz. Ağır Ol Bay Düzyazı, Mahfil ve Heves gibi önemli şiir dergilerini çıkardınız, 160. Kilometre şiir dizisini kurdunuz. 2000’ler şiirine “içeriden” tanıklık ediyorsunuz. Şiir tarihini gözetecek olursak, bu kuşak nasıl bir temsil gerçekleştiriyor?
Her şey bir basınç meselesi. Bu kuşağın hemen öncesindeki şiir ketum bir şiirdi. Sıkı şiir rejimi vardı. İmgeciliğin belki en süfli hali revaçtaydı. Deney yoktu, risk yoktu. Düşünün, Yeni Hece şiirinin heyecan yaratabildiği ölgünlükte bir dönem. Buna tepkidir 2000’ler.
Dünyayı ve kendini “açıklayan” bir hali var bu kuşak şiirinin; mitolojiyle, metafizikle, teoriyle derdi yok. Deneyime, günlük pratiklere sırtını yaslayan bir şiirden bahsedebiliriz. Elbette, bu cümle çeşitli örneklerle yanlışlanabilir. Sürekli “ben” diyen bir “benlik” şiiriyle mi karşı karşıyayız?
Evet, dediğiniz gibi çeşitli örneklerle yanlışlanabilir ama genel hatlarıyla doğru bir gözlem. Doğrusu, nerden nereye diye gülümsetti beni bu haklı bulduğum “deneyim” tespitiniz. 2000’lerin ilk yıllarında uzun süre bu şiirin deneyimden kopuk olduğu yazılmış çizilmişti. Başta, nur içinde yatsın, Ahmet Oktay tarafından. “Mutant Şiir” demeye kadar vardırmıştı. Halbuki kitap ve şiir isimlerinden bile bu andığınız “benlik” meselesi gözlemlenebilir. Fakat sözgelimi Süleyman Efendi’nin, Akçaburgazlı Yekta’nın, Ruhi Bey’in günlük pratiklere yaslanmadığı söylenebilir mi? Bunlar da “lirik özne”, “ben” de lirik özne. Bu tür personaların yerini bir ben kurgusu almıştır, “ben” teşrih masasına yatırılmıştır bir kez daha. Bunu başarıyla yapanlar olduğu gibi, sulandıranlar da olacaktır.
Bu “ben” kurgusu biçem açısından da şiiri zora sokuyor. “Ben”in dışına çıkan şairin, nasıl bir biçemle okurla mesafelendiği, şiir olanla olmayanı ayrıştırıyor.
Şiirde bir şeyin olması o şiiri de facto iyi ya da kötü yapmıyor. Sulandıranlar olacaktır derken bunu kastediyorum. Karikatür bir “ben” kurgusuyla, kendinizce müstahkem bir mevkiden sonsuza kadar aynı teraneyi mırıldanıp durabilirsiniz. Bu bir kolaycılığa dönüşür o zaman. “Ben” müstahkem bir mevki değil, işgal altında bir tepkisaçar.
Her çağ kendi şiirini ortaya koyuyor. 2000’li yılların dünyasında da şiire yüklenen yeni bilgiler, tavırlar, biçimler var. Bu kuşak için poetik bir çerçeve çizebilir misiniz?
2000’ler şiirinin baskın eğilimlerine bakarsak, bilginin şiire geri döndüğünü, ayrıca bu şiirin alıntılayıcı, düzenleyici bir karakterinin olduğunu görürüz. Bu şiirin aktörlerinin Parçalı Ham.’da buluşmasının sebebi de budur, kimilerinin sandığı gibi Ahmet Güntan’ın ak saçı, kara gözü değil. Bütünlük ideolojisinin de aksi yönünde seyreder bu şiir.
Söylem çeşitlemelerinin ve retoriğin şiir alanı için kullanışlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu kuşak şairlerinde retorikçi söylem, şiirin önünde. Bunun tehlike olduğunu düşünüyor musunuz?
Kimi şairlerde bu tehlikeyi görüyorum. Diri Ozanlar Derneği’ndeki söyleşimizde de dile getirmiştim. Buna Ali Özgür Özkarcı “eda” diyor kısaca. Bilmemne Tarzı Şiir Yazma Rehberi’ni kolayca çıkartabileceğimiz bir söyleyiş-severlik bu. Genellikle fazla erkek, şiir kamusuna seslenen, fazla gıdıklanan bir şiir. Yeri gelmişken, konusu şiir kamusu olan şiir de olur, olmaz değil, ama bir şairin yazdığı on şiirin dokuzunun mekânı şiir kamusuysa orada bir sorun var bence. Şiirde olsun, romanda öyküde olsun, metafiction fetişi ise ayrı bir garabet. Bizde postmodernizm kentten taşraya yayıldı, yaşamını orada devam ettiriyor.
Şiirin hareket noktası değişti; hatta nesnesine bakışı da. Şairler neyi reddetti?
Başta biraz bahsettiğim gibi, mevcut bayat imgeciliği, sıkı şiir hurafesini, deneysizliği reddettiler. Kaotik bir çağda bozkıra kaçmayı reddettiler.
2000’lerin Türkçe şiire ivme kazandırdığı söylenebilir mi?
Söylenebilir.
Hami’den, usta’dan, baba’dan aldığı şiir görgüsünü paketleyen bir davranış biçimi var. Bu, şairlerin birbirlerine bakıp hizalanmalarına yol açıyor mu?
Daha ziyade “akran baskısı” var artık. Hami, baba, usta dönemleri eskidendi, sanmıyorum pek kimsenin ciddi biçimde bu yolla bir görgü edindiğini. Akran baskısı da bunlardan daha az hizalayan bir baskı değil.
Söyleşinin başından beri “kuşak” kelimesini kullanıyorum. 80 sonrası doğumlular gerçekten bir kuşak teşkil ediyorlar mı? Ortak dertleri, meseleleri var mı?
Bu bir çağırma kolaylığı elbette. Öte yandan, bu kuşağın yönelimleri ile 80 ve 90 kuşağının yönelimleri arasında anlamlı bir fark var. Hoş, 90’larda yönelim de yok pek. Elbette şairler ayrı yönlere gidiyor, programatik bir şiir kuşağı/topluluğu söz konusu değil ama ortak kesenler var.
Şairlerin siyasal olana “nükteli” bir söyleyişle yönelimini çağın tarihine tanıklık açısından nasıl görüyorsunuz?
Biz şairler vakanüvis değiliz. Çağımızdan tamamen bağımsız da değiliz, istesek de zor o, şizofren değilsek. Canımızın istediğini yazarız. İster taharet musluğunu yazarız, ister başbakanı. Bir şiir ne taharet musluğundan bahsediyor diye kötüdür, ne de başbakandan bahsediyor diye güçlüdür. Tam tersini de söyleyebiliriz. Şiir teklerine bakmak lazım. Nükteli söyleyiş bir tür konformizme dönüşmüşse, vasatın elindeyse kötü tabii. Ekşi Sözlük’te, twitter’da her gün önüme düşen şeyi şiirde aramaya ihtiyacım yok ki.
Birçok şiir dergisi ve fanzin yayımlanıyor; kimi matbu kimi online. Bu yayınların çoğunda sadece edebi metinler var; şiir tartışmaları/eleştirileri açısından diri değiller ama metin yayımlamada canlılık belirgin. Bu, bir çıkmaza yol açıyor mu?
Kesinlikle yol açıyor. Yalnız, bu sadece şiirin sorunu değil. Bugünün genç öykücüsü, romancısı da duvara çarpıyor. Okur odaklı bir beklenti var ama okuru beklerlerse çok beklerler. Yazarların kendi arasında tartışması, birbirlerini değerlendirmesi eksik. Yazı bir yana, çoğu yazar birbirine görüş bile iletmiyor. Şiir ortamı bu açıdan yine bir parça daha iyi belki de.
Dergilere gelirsek, elimde reçete yok, keşke olsaydı, ama şu an dolaşımda olan dergi formunun başarısızlığa yazgılı olduğunu düşünüyorum. Heves üç ayda bir çıkardı, yeni yetişen heyecanlı bir kuşağın toplama dergisiydi, iyi şiirlerle yükseldi. Ama Eski Türkiye’nin son dergisiydi belki de. 2003 – 2010 arasında üç aydan üç aya çıktı. Kapandığında ne bir sosyal medya hesabı vardı ne doğru düzgün bir web sitesi. Mektupla da ürün almış son dergi olabilir, öyle söyleyeyim.
Online dergiler ise, henüz yeterli düzeyde değiller. Sadece şiir için değil bu dediğim. Zamanında Virgül’ün matbu alanda gördüğü işlevi yerine getiren bir online dergi de yok bugün sözgelimi.
1980 doğumlu bir şairsiniz. İlk şiir kitabınız hata devam ediyor 2005’te, ikinci şiir kitabınız bitkiben 2010 yılında yayımlandı. Dergilerde şiir yayımlamaya devam ediyorsunuz. Bu yıllar şiirde sizi nereden nereye getirdi?
1600’lerin ortaları, Evliya Çelebi ilk kez İran’a gidecek, Melek Ahmed Paşa uyarıyor: “Dikkat edesin, şuara çoktur, seni imtihan eder dururlar.”
İnsanın varoluşu trajik zaten. Şiirin gerginliği ayrı. Bunun üstüne dergicilik, yayıncılık yapıp şairlerle temas etmek yüksek voltaja intihar dalışı gibi bir şey. 2010’da ikinci kitap çıktıktan ve Heves kapandıktan sonra çok yorgundum, bıkkındım. 2011 sonuna doğru 160. Kilometre’yi kurduk ama epey bir süre daha şiir yazamadım. 2015’te tekrar yayımlamaya başladım. Ne değişti? Bilmem. Hem değişiyor hem değişmiyor insan da, şair de, şiiri de. Kavinsky’nin Nightcall’undaki gibi: “They’re talking about you boy / But you’re still the same.”
2000 sonrası Türkçe şiirde neler olmadı? Açmazlar, duraklar, es geçmeler…
Neler olmadı ki. Tehditler, iftiralar, bilmem şunu durdurmalıyızlar, gel dövüşelimler, facebook / twitter hacklemeler, troller, ofis basmalar, “öl artık” demeler, kıskançlıklar, rezil etmek için rezil olmalar, psikiyatra düşenler, kafayı sıyıranlar, mahkemeleşmeler, kamplaşmalar… Elli yaşında şairin yirmi yaşında şairi yargı yoluyla korkutmaya çalıştığı sanırım ilk dönemdir bu. Paylaşım Savaşı’nda kimin neye dönüşeceğini bilemiyorsunuz.
Bu bir yana, bence Mehmet Taner ta 10 yıl önce Virgül’de mealen “Bu şiirle İkinci Yeni arasında ilinti arıyorlar ama” dedikten sonra “Bu şiir, teknik olarak çoğaltılmaya Birinci Yeni gibi çok yatkın; ve zenginleştirilmesi, olası içeriğinin tıpkı onunki gibi boşaltılması tehlikesi ile yüz yüze” diye eklerken haklıydı. İşte bunun için sürekli yeniden başlama cesaretine sahip olmalıyız. Gerekirse kimi becerilerimizi ata ata.
160. Kilometre şiir dizisinin bildirisinde “Şiir direnirse kazanacak” diyorsunuz. 2000’lerde şiir ve şair neye direnmeli?
Ekim 2011’de Edebi Şeyler çatımızın kurucularından Ahmet Güntan’ın önerdiği bu sloganla yola çıktığımızda Gezi’ye yaklaşık iki yıl vardı ve “direnme(k)” sözcüğü bugünkü kadar popüler değildi doğrusu. “Şiir/şair neye direnmeli?” sorusunu o günlerde yanıtlamıştık, halen aynı yerdeyiz, tekrar edeyim: Herkese. Şiir öldü bitti diyenlere, şairleri ancak çok duygulu anlarda gözyaşı köpürtmek için ananlara, şiiri düşünce hayatının dışına atanlara, şiiri icrası en kolay şey haline getirenlere, şiirden yapılan büyük hırsızlıkları görmeyenlere, şiiri siyasetin, düşüncenin, günlük hayatın, teknolojinin dışına itenlere, şairlerle ve şiirle gırgır geçenlere, gırgır geçirtenlere, kendini şair sanan pop müzik üçkâğıtçılarına, şairler ne tartışırsa tartışsın duymamaya yemin etmişlere. Şiirin başına gelen bütün bu belalara, şiirin ehlileşmesine yazdıklarıyla yol açan bütün şair müsveddelerine.