ayaklarımız çıplak koşuyorduk, soluğumuz kesildi kesilecek derken, ayaklarımızın altı kesildi. yarılmış tabanlarımızda kan görünce yavaşlarız sanıyorduk, hızı gövdelerimizde bilmekten haz duyduk daha hızlı koştuk. koştukça aklımızda boşalan yere hız resimleri doluyordu. ayaklarımıza ayakkabıların nasıl geçiverdiğini anlamadık. tabanlarımızı, yaralarımızı unutarak sürdürecektik koşuyu, gövdeyi hıza alıştırdıkça daha hızlanalım istiyorduk. yavaşlığa yer kalmamalıydı hiç. hızın içinde yenilenecektik. yaratılışımızdan, dünyadan hızımızı artıracak yeni güçler umuyorduk. dünya da istiyordu belli ki hızlanmamızı, birden kendimizi bisikletle yokuş aşağı inerken bulduk. rüzgarı alnımızda, gövdemizde yavaşlattığımızı bilerek hızlandık. sanıyorduk ki bu yokuş böyle sürecek, pedallara çökmeden gülerek, daha çok hızlanarak, geceye vardık. gecede motorlar çalışıyordu. güneşin ölümüyle, ışığın fosilleşmesiyle çalışıyordu motorlar. insanları kendilerine çağırıyorlardı. motorlarımıza, atlayıp öne eğildik. daha hızlıydık şimdi. bir son noktaya varmak istemiyorduk. yolculuğumuzun bitmeyeceğinden emindik, bitmeyecek bir şeylere güvenerek yola çıkmıştık. sınırları anlamak için yine gaza yüklenecektik. “bir ilerisi olmamalı” dedi, içimizden biri. “hızlanmanın bu kadarı yavaşlığı, anlamsızlığı bitirmeye yeter” dedi öbürü. 160 kilometre hıza ulaştığımızda yeni bir hareketin başladığını anladık. yavaşlığı, aklımızda ağırlığını duyduğumuz hareketsizliği arkamızda bırakmıştık. yeni hareketin içindeydik şimdi. hareket bizim hızımız ölçüsünde hızlıydı. yavaşlayamazdık. yeni bir bakış bize doğru geliyordu; bakılıyor, seyrediliyor, anlaşılıyorduk. 160 kilometre hızla giderken anlıyorduk, yeni hareketin hızı tam da buydu. daha fazla hızlanamazdık. durmadan bu hızla devam edersek bitmesini umduğumuz her şeyi bitirecektik. durmamalıydık: bu hızla devam edersek yeni başlangıç bizim olacaktı. bu hızla aşabilirdik her şeyi, bu hızla başlatabilirdik, başlayabilirdik.