LEVENT KARATAŞ’LA SON KİTABI İMDAT DÜNYA ÜZERİNE
Röportaj: Ayşe Görkem Kozanoğlu
Fotoğraflar: Erdost Yıldırım
160. Kilometre’den yayımlanan İmdat Dünya, daha önce yayımlanan Seçme Şiirler’le birlikte onuncu şiir kitabın. Ciddi bir yekûn oluştu, yakında Toplu Şiirler de gelecek. İnsanın yeryüzündeki serüveninin tam da “İmdat Dünya!” diye bağırmalık bir dönemindeyken geldi kitabın. Ve on, hele de şiir söz konusuysa, gerçekten kutlanması gereken bir sayı. Sen ne hissediyorsun?
Açıkçası ben çok yol aldığımı hissediyorum. Bir ara ciddi anlamda ara verdim şiir yazmaya. Hastanelerde yattım, çok ağır süreçlerden geçtim, o süreçleri gerek yok anlatmaya. Sonrasında kendimi birkaç kez eğitmem gerekti, çünkü şiirden kopmuştum ve yeni şiirin kalp atışlarıyla, güncel poetikalarla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Bu arada sinema ve müzik gibi başka sanatlardan da beslendiğin bir süreçten de geçiyorsun ister istemez. Bu karmaşık sürecin ardından, pandemi dönemine denk gelen bir Fantom Ağrı çıkışı oldu bende. “Fantom ağrı” aslında bir uzvun vücutta olmamasının getirdiği bir ağrıya deniyor, hayalet ağrı. Bu şiirler çok ciddi bir birikimin, potansiyelin, bir entelektüel patlamanın şiirleriydi.
Ben şiirlerimi nöbet nöbet yazıyorum. Her şairin çalışma biçimi farklıdır, benimki de bu şekilde. Hadi şiir yazayım diye şiir yazmıyorum, genellikle bir derdim varsa oturuyorum klavyenin başına. Gerçek olmayan hiçbir şeyi yazmıyorum, bireysel tarihimde mutlaka bana bir şey katmış, bende bir ivme yaratmış konuları seçiyorum. Dolayısıyla malzemem bu dünyadaki varlıkların, doğanın, insanın trajedisinin ta kendisi, dünyayla derdi olan bir insanım. Dünyayla meselesi olan insanların kimyası, şiiri, yaptıkları sanat biçimlerinin hepsi, çok içeriden hissedilir. O yüzden İmdat Dünya’da ben önce birtakım teknik sıkıntıları, eksikleri giderdim ve sonrasında yayıma hazırlanan dosyayı ilk kez okuduğumda bunun bütünüyle dürüst, öngörülemez bir şiir olduğunu hissettim. İmdat Dünya’nın kişisel başyapıtım olduğuna inanıyorum. Elbette kimse kimseden bir başyapıt bekleyemez, çok zor bir çağda yaşıyoruz. O kadar yoğun bir enformasyonla donanmışız ki artık şiir yazmanın garip bir lüksü var. İnsanlar komik buluyor şiiri, “Ne, şiir mi yazıyorsun?” filan diyorlar. Ben de kimi zaman komik buluyorum şiir yazmayı.
Şiir yazmayı komik buluyorum diyorsun ya, mesela ben de “Şiir yazıyorum” demek konusunda hep biraz çekiniyorum. Şöyle hissediyorum; sanki biz böyle küçük, kendi içine kapalı bir topluluğuz, bir şekilde şiir yazan insanlar topluluğu, bir tür deliler topluluğu gibi. Kendimiz yazıyoruz, kendimiz okuyoruz kendi aramızda ve dışarıdaki insanların konuyla hiç alakası yok. Hadi geleneği geçtim, bir zamanlar örneğin Ahmed Arif’in tek kitabının onlarca baskı yaptığı bir ülkeden bahsediyoruz, aslında şiirin çok sevildiği, Garip’in, İkinci Yeni’nin çok okunduğu, Gezi’de de gördüğümüz gibi şiirin kitaplardan taşıp sokağa çıktığı bir ülke, ama bugünün sosyolojisinde biz şiir yazanlar belki eski parlak günleri geride kalmış bir “şiir cemaati” gibi hissetmekten alıkoyamıyoruz kendimizi.
Bu sosyolojiyle ilgili benim de ciddi sıkıntılarım var. Eski sosyal olgular veya olaylar içinde değiliz ve kuşatılmış bir haldeyiz. Liberalizm gırtlağımıza çöktü, bizi yok etmeye çalışıyorlar. Alıntı yapmayı sevmem ama Adorno diyor ki “Hayatımızın öznesi olma hakkımız elimizden alınıyor”. Böylesi zamanlardan geçiyoruz. Ben de öyle düşünüyorum, bütünüyle çağcıl sıkıntılar içinde yazmaya çalışıyoruz. Ve insanlar için şiir yazmak, şair olmak trajikomik buldukları bir konu. Şair olmanın ne olduğunu, şairin tavrını, duruşunu bilmiyorlar. Şaire ilişkin herhangi bir fikirleri yok. Az önce Ahmed Arif’in tek şiir kitabından söz ediyordun. Geçenlerde bir Reel gördüm, bir çocuk Ahmed Arif’in şiirini ezbere okuyordu, çocuk tekleyince kardeşi olan kız çocuğu da ona yardım ediyordu. Demek ki aslında hücrelere yerleşmiş bir şiir mayası var. Bu mayanın çok iyi kullanılması, yönlendirilmesi, çok iyi dehalarca toplumsal mühendislik haline getirilmesi gerekiyor aslına bakılırsa. Ama bunu yapabilecek potansiyelleri ben göremiyorum, çünkü onlar da kuşatılmışlar. Devleti ya da hükümeti ya da herhangi bir şirketi kastetmiyorum. Entelektüelleri de kastetmiyorum, çünkü çok zehirlenmiş bir biçimde vakit kaybediyorlar. Şairleri kastediyorum.
Bu bağlamda “Şiir direnirse kazanacak” diyen bir yayınevinden çıktı kitabın, 160. Kilometre. Ki bir yayınevi yazarları ve şairleri için adı üstünde bir evdir, öyle olması beklenir. Yani mesele sadece bir yayınevi değil, rahatça ve birlikte gelişeceğin bir “şiirsel iklim” bulmak sanki. Bu sosyolojide, böyle bir duruşu olan, önerisi direnmek olan bir yayıneviyle çalışmak neler kattı sana?
Çok doğru bir şey söyledin, şiirsel iklim bulmak konusuna ben de sonuna kadar katılıyorum. Hatta bir mevsim yarattılar onlar, “mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar”ı ortadan kaldıracak bir formül buldular şiirle birlikte. Çok güçlü bir şiirin varlığını Lâle Müldür bir söyleşide imlemişti, bu çok güçlü şiir hareketi Türkiye’den geldi. Ve zannediyorum edebiyat tarihine geçecek bu hareketin şimdi görülmesi imkânsız, çünkü biz çok miyop bir toplumuz, miyop şairlerle dolu etrafımız, geleceği iyi göremeyen insanlarla kuşatılmışız. Politik zehirlenmelere bulaşmış, toplumsal şartları hiç bilmeden toplumsal gerçekçi şiir yazdığını düşünen budalalarla kuşatılmışız. Bu nedenle zannediyorum kimin nasıl bir politika örgütlediğini gelecekte görecekler ve 160. Kilometre’nin işlevselliğini, fonksiyonelliğini o zaman keşfedecekler. Ve gelecekte 160. Kilometre en yukarıda olacaktır, en üst perdeden şiirlerin yayımlandığı bir yayınevi olarak anılacaktır, bundan eminim.
Elbette şairleri sayesinde…
Teşekkür ederim. Ama sadece şairleri sayesinde değil, titizliği sayesinde de biraz. Çok titiz davranıyorlar. Şiire bakış açılarında bir titizlik var, ayrıksı olmayan veya kendi derdini taşıyamayacak bir şiire mesafeli durmayı ilke edinmiş olduklarını hissediyorum ben.
Biraz sosyolojide gezindik, aslında sonda soracaklarımı başta sordum, ama biraz açıldık, iyi oldu. Şimdi senin şiirine, metnin kendisine değinmek istiyorum. “Anlatıcı lisanıyla yazdım şiirleri” diyorsun İmdat Dünya’nın Önsöz bölümünde. “Müziğin olmadığı zamandan başladım sayıklamaya” diyorsun Mandal’da. Şiirlere hem önsöz yazmış, hem epigraf koymuş hem de manifesto eklemişsin. Anlatmayı seviyorsun, anlatmak istediğin çok şey var. Bazen bir yalvacın ağzından konuşuyorsun, bazen bir sosyoloğun; bazen bir kâhin, bazen sarhoş bir kör olarak sayıklıyorsun. “Sütkale’nin burcuna” gidip “antenini Cihangir’de” açıyorsun. Topraktan, toprağın serüveninden kesinlikle kopmuyorsun, köklerin var; ama bir yandan dünyayla da uğraşıyorsun. Halk edebiyatı geleneğini de tanıyan ama çok modernize edilmiş bir “hikâye anlatıcısı” sesi duyuyorum senin şiirinde. Ne dersin?
“Evet, arka sokaklarda bunlar oluyor” diyorum. Aslında dünyanın gidişatına genel bir bakış açısıyla baktığımız zaman aşkların olmadığı, insanların birbirini aldattığı, paranın egemen olduğu, ağır kapitalist politikaların insanları ezdiği, sömürdüğü bir düzen var. Ama en altta hiç ummayacağın bir sınıfta, komprador burjuvazinin içinde ya da gizli aristokratların arasında bambaşka hikâyeler dönüyor. Bu hikâyelerin hepsinin şiirleştirilmesi lâzım. Şiir zaten dünyada da öykülemeye doğru gidiyor. Öyküleme de şiire doğru geliyor. İkisi birbiriyle paradoksal bir ilişkide. O yüzden hikâyeleri insanlara hatırlatmak, bir yaşama umudu vermek lâzım. “Bu kadar terslik olmasına rağmen, bu kadar bizi yerden yere vuran şeyler olmasına rağmen, kimliğimizin, onurumuzun yok sayılmasına rağmen, devletin polisleri tarafından kuşatılmamıza rağmen, bakın böyle bir dünya da var, bu dünya içindeki insanların umut kırıntıları, mutluluk kırıntıları da var” demek istiyorum. En alttakilerden bahsetmiyorum sadece, sakın yanlış anlaşılmasın; en üstte de bir şey yaşanabilir.
Hikâye anlatıcılığında şöyle bir şey var sanki: Tek tek kişilerin hikâyesini anlatırken aslında umudun hikayesini anlatıyor, aşkın hikayesini anlatıyor, öfkenin hikayesini anlatıyor, yani büyük kavramları anlatıyor aslında küçük insanlarla belki.
Evet, zaten öykülemeye girmenin ana nedenlerinden biri bu. Ben öykü anlatıcısıyım çünkü ben harbi bir serseriydim. Fransızlar “Dikkat, o ciddi bir serseridir” diye bir laf ederler birbirlerine, birini prezante ederken, sunarken. Ciddi serseri, fakat araştıran, merak eden, didikleyen bir serseriydim ben de. Gösteri dergisinde çalışmaya başladım ilk. Kişisel edebiyat tarihimin ilk hadisesi odur benim için. Gösteri dergisinde de Murat Batmankaya’yla bir serserilik nüvesi, bir serserilik muhtevası arıyorduk. Neden? Çünkü hayatı güzelleyen bir şey ciddi serserilik. Kars’ta “salağana” derler sokak köpekleri için; savrulmuş biri gibi değil, gerçekten bir duruşu olan, aklı başında, ne yaptığını bilen -ki bir insanın ne yaptığını bilmesi kadar önemli bir konu yoktur aslında- bir serseriydim ve bu bana çok hikâye kazandırdı açıkçası. Çalışırken de öyle, bir taraftan İkitelli’deki Hürriyet Towers’tan gecekondulara bakıyorduk, bir taraftan biz plazalarda son derece jön kıyafetlerle dolaşırdık. Ben tam olarak o çelişkiye bakıyordum. İki taraf mesafe olarak çok uzak değil birbirine, fakat zaman farkı, takvim farkı, çağ farkı var ikisinin arasında, ışınlanıyorsun bir anda. Çünkü o insanların hikâyelerini yazmadıkça, o insanların hikâyelerinin gerçek olduğunu, trajediye dönüştürmeden, metinle kurduğun ilişkide ne yaptığını bilerek, meseleni de dürüstlükle sunarak yazmadıkça, olmaz. Şunlara rastlıyorum; meseleyi dürüstlükten ziyade başka insanların ağızlarından da duyurmaya çalışıyorlar. İşte Nietzsche şöyle demiş, Badiou böyle demiş, hep tırnak içinde alıntılarla meselelerini desteklemeye çalışıyor ve kendi meseleleriyle araya mesafe koyuyorlar, gerek yok, bu çok artistik bir şey. Biz bu toprakların insanlarıyız. Fellini ciddi bir serseridir mesela, bir gün bir söyleşi için bir muhabirin karşısına çıkmış. Serserilik yıllarından bir arkadaşı var yukarıda, muhabir lobide bekliyor. Arkadaşıyla ikisi belki de her insanın zaman zaman yozlaşmak istediği gibi yozlaşıyorlar yani. “Aa,” diyor muhabire, “çok beklettik” filan. Kadın meseleye çok kalın yerden bakıyor ve söyleşide çok dayatıyor teoriyi. Fellini de hem arkadaşını ezmemek için hem de kadının söylediklerine cevaben son derece dikkatli bir sentezden yola çıkarak soruları yanıtlıyor, fakat sonunda bu ısrarcı sorulara dayanamıyor. Ve birden Freud’u, Salvador Dali’yi, gerçeküstücü sinemayı, bütün o kendinden önceki kuşaklardaki altın çocukları, parlayan çılgın elmasları alıntılayarak ciddi bir deklarasyonda bulunuyor. Bu sefer serserilik yıllarından arkadaşı ağzı açık Fellini’yi dinliyor. Fellini de arkadaşını ezmemek için dönüp ona diyor ki, “Görüyor musun bak, bana neler söyletiyorlar.” Mesele budur benim için.
Manifesto şiirinde “Tehlikesiz yazmak istiyoruz, evet / Kuş yuvalarının mimarisini mesela” diyorsun. Ama olmuyor galiba?
Hayır, bize bu hakkı vermiyorlar ki. Yani bize bu hakkı verseler kuş yuvalarının mimarisini yazardık, Manifesto şiirinde onu söylüyorum. Kuş yuvalarının mimarisini merak ediyorum. Hiç okyanus görmedim, okyanusları merak ediyorum. Manş’ın ya da Pasifik’in beni, varlığımı nasıl algılayacağını merak ediyorum. Ben okyanusta ne hissedeceğim, onu merak ediyorum. Birkaç ülke gördüm, Paris’i gördüm, küçük bir Amerika olmuş, çok büyük bir hayal kırıklığıyla döndüm, oraya temelli gitme kararı veyahut bir durum araştırması kararıyla gitmiştim. Ve Makedonya’yı gördüm, Yunanistan’ı gördüm, Ermenistan’ın sınır bölgelerini gördüm Kars civarında. Bunlar bende izler bıraktı. Oradan Faça kitabına çok fazla hikâyeler aktardım zaten. Sadece bir coğrafyanın meyveleriyle şiir yazılmayabilir, tropikal meyvelerle de şiir yazılabilir. Doğan Hızlan’ın Şavkar Altınel şiirine dair söylediği gibi, hiç bilmediğimiz bir meyvenin tadını veren şiirler de yazılabilir. Ben hiç bilmediğimiz bir meyvenin de tadını verebilecek bir şiiri örgütlemeye çalışıyorum. İmdat Dünya’da bunu, çoksesli olmayı başardım. Sadece kitap arkasındaki alıntıdan yola çıkılarak bütünsel bir yargıya varılmasın lütfen, o sadece okyanusta bir damlacık.
Yani sen kendi sesini buldun bu kitapta. Önceki kitaplardaki de senin sesindi ama burada tam olarak kendi içindeki yabancıların da seslerini buldun, öyle mi?
Zannediyorum ben hem şiirin hem sistemin şeklini biraz zorladım. Hem hükümetin istasyonlarının hem dünyadaki istasyonların canını biraz sıktım galiba. İstasyon şefleri rahatsız oluyor şiirden, ben onu hissediyorum bu kitapla birlikte. “Bakın, sizin yaşadığınız palavraların dışında da bir hayat var, bu hayat şiirle böyle aktarılır” gibi bir cüretkârlığı sergiledim İmdat Dünya’yla.
Peki, okurlardan nasıl geri dönüş alıyorsun?
Gençler beni çok seviyorlar, neden sevdiklerini de bilmiyorum, bunu çok düşündüm. Hepsiyle hemen hemen çok tatlı ilişkilerim var. Ve mesela bir şiir yazıyorlar, bana gönderiyorlar, bir video yapıyorlar, bana atıyorlar. Çok iyi diyaloğumuz var. Bir de şiiri, zannediyorum, bildiğimi biliyorlar. Mesela ben Erbain’i ezbere biliyorum. Attilâ İlhan’ları ezbere biliyorum. Edip Cansever’leri ezbere biliyorum. Turgut Uyar’ı çok sonradan çalıştım, onda da Yelda Karataş Hoca’nın çok ciddi bir emeği vardır açıkçası., hakkı ödenmez. Fransız şiiriyle yetiştim. Tehlikeli taraf şuydu, en üst perdeden başladık biz. Hatta sinema doçenti olan Hakan abim “Sen bu şiiri anlamayabilirsin” derdi bana. Beni kışkırtırdı, özendirmek isterdi o kitaba karşı, ben de özellikle o kitabı almak isterdim. Zannediyorum o kitap Malte Laurids Brigge’nin Notları idi.
Rilke…
Rilke’nin evet. Ve bugün bile bazı kısımlarını ezbere bilirim. Kör Baykuş’u bana K. Celal Gözütok verdi. İlk armağanı da K. Celal Gözütok verdi, Gecede Sözcükler Işıyor’u Ernesto Cardenal’in, bir kızıl rahibin kitabını armağan etmişti. O benim için paha biçilemez bir şeydi, Moda’dan aşağı doğru o kitabı açarak bir yürüyüşüm vardı, inanamazsın yani. Hiç kimseye aldırmıyordum, sadece kitap benim için önemliydi. Adamın ne yazdığı da önemli değildi, algılayıp algılamamak da önemli değildi o esnada. O esnada değerli olan şey şuydu, o bir mucizeydi benim için. Ve onların eğitiminden geçtik. Yine evimizde Hakan abimin çok tatlı arkadaşları olurdu. Abim o zaman ODTÜ’de okuyordu. Çoğu şair, entelektüel, işinin ehli insanlardı. Onlar bizi yetiştirdi, hatta bizi kışkırttılar demek daha doğru olur. Fakat onlar biraz da şiire cesareti olmayan bir kuşak oldular, vazgeçtiler. 80’lerden sora gelen kuşak, aslında çok ara bir kuşak onlar. İsim sayabilirim ama kızabilirler bana, onlar şiirden vazgeçtiler, korkutucu buldular şiiri demek ki.
O kuşakta garip bir kırılma var, o kuşakta kadın şairler daha çok ön plana çıkıyor sanki. 90’lar itibarıyla, hani yakın zamanda Hürriyet Gösteri dergisinin olaylı kapağında yer bulamayan Lâle Müldür, Gülseli İnal ve Nilgün Marmara’nın ardından gelen ciddi bir kadın şairler kuşağı var.
Bence Türkiye’de bir Lâle Müldür efsanesi var. Leyla Şahin bir gün bana şöyle bir şey söylemişti: “Herkes Nâzım’ı geçeceğim diye bir yerlerini yırtıp şiir yazmaya çalışırken Cemal Süreya ‘Keşke yalnız bunun için sevseydim seni’yi yazdı ve herkes onu sokaklarda okudu.” Herkes bir yerlerini başka bir şaire benzemek için yırtmamalı, herkes kendi şiirini yazmalı.
Turgut Uyar’ın böyle bir sözü vardır: “Kimse dilini başkasından öğrenemez.” Şairi kastediyor; şair kendi dilini öğrenmek, bulmak zorunda yani. Ama dediğin gibi, 80’li yıllar, kanonik perspektiften bakıldığında şiirin biraz zayıfladığı, sonra yeniden kendini toparladığı bir dönem kabul edilir.
Aslına bakılırsa 80 şiirinde çok tuhaf bir şey yaptılar: O günkü şimdiye ait verilerle geleneği yeniden keşfetmek zorunda kaldılar belki de. Çünkü çok baskıcı bir dönem o dönem. Ece Ayhan, “Bütün sol kolları kesiktir” diyor. Sol da kendi içinde anlaşamayan çocuklardan oluşur, bunu bilmek lazım. Akşamdan içerler, sabaha bütün verilmiş kararlar suya düşer, gibi bir durum. Hani bu kötülüğünden filan değil, liberalizmin çöpünü atma ihtiyacından içerler, onu da eklemek istiyorum.
80 ve 90 Kuşağı’ndan bahsetmişken şunu da eklemek istiyorum. Bu röportaj için düşünürken en takıldığım şeylerden biri yaş ve kuşak meselesi oldu. Bir ara 1920’de yayımlanan bir dergiyi inceliyordum. Dergide Tanpınar’ın yayımladığı ilk şiir “Musul Akşamları” var, ona bakıyordum. Fakat aynı nüshada Nâzım Hikmet’in de bir şiiri var. Bir anlığına çok şaşırdım, nasıl olur, Nâzım ile Tanpınar aynı dergide? Ayrı mahallelerden edebiyatçılar oldukları için değil buradaki şaşkınlık. Asıl neden şu: Nâzım, Tanpınar’dan çok daha genç bir figür zihnimde, sanki aynı dergide olamazlarmış, bir terslik varmış gibi. Oysa Nâzım 1902’li, Tanpınar 1901’li ve aynı yaşlardalar ama işte Tanpınar yaşlanırken Nâzım imgesi hep genç, hiç yaşlanmıyor zihnimizde. Sen de genç bir şairsin sanki, belki de giderek gençleşiyorsun. Ama özel bir durumun var, senden büyük şairler seni kendi kuşaklarından sayıyor, biz, sonraki kuşaklar ise seni bizden sayıyoruz. Sen kendini nerede hissediyorsun?
Haydar Ergülen yakın zamanda Metrohan’daki söyleşimizde de aynı şeyi söyledi, “Aslında Levent 80 Kuşağı’dır” dedi. Ben de bir kuşak çatışması yaşadığım esprisini yapmıştım ona. İzzet Yasar mesela hep geç şairdir. Ece Ayhan hep genç şairdir. İlhan Berk hep genç şairdir. Ahmet Güntan gentleman ve gençtir. Neden, çünkü dünyalı bir şiirin kapılarını, perdelerini açmaya çalışıyor bize hepsi. Gençlik meselesi budur aslına bakılırsa, o bir dünyalı olma durumu değil sadece, o bir gezegenli olma durumu. “Yıldızların Uzaklığına Övgü” şiirinde İsmet Özel’in dediği gibi. İsmet Özel’in de bazı şiirleri genç bir şiirdir ve yaşı yoktur o şiirlerin. Biraz önce saydığım isimler de yaşsızdır. Sami Baydar’ın bir yaşı yok. Lâle Müldür’ün bir yaşı yok. Ömer Şişman’ın bir yaşı yok, “Bugün Boynumuz Bükük” gibi çok kişinin anlamlandıramayacağı, fakat çok derin hisler bırakmış bir şiiri vardır ki ezbere biliyorum, hatta YouTube’da da okudum o şiiri.
Ama sen de o “şiirsel iklim”i hissediyorsun değil mi? Kimilerinin artık şiir bitti, şiir öldü, şiir yok dediği mecrada acayip velut bir şiir gelişiyor.
Müthiş bir bombardıman var değil mi? Acayip bir şiir var. Neden acayip bir şiir var, çünkü bazıları onlara sunulan birincil, ikincil, üçüncül sistemleri aşıp şiiri örgütlemenin yollarını zorluyorlar, kapılarına vuruyorlar, perdeleri açıyorlar, camlardan bağırıyorlar. Artık bağırıyor insanlar. Doğa için bağırıyor, adalet için bağırıyor, her gün mutlaka biri bir yerde bağırıyor yani. O bağırışlara dünya kulak asıyor mu? Asıyor evet, ama yeterince mi? Hayır. İşte o bağıran insanların şiirini yazan şairler var, çok genç kuşaktan. Mesela Oğuzhan Kayacan bunlardan biri, “bağıran bir insanın şiirini yazan bir şair” olarak tanımlayabilirim onu. Ömer Şişman, Emre Varışlı. Emre Varışlı çok korkunç bir mutfağın kadavrasını çıkarıyor, korkuyorsun onun şiirinden. Ben ürküntüyle bakıyorum bazı şiirlerine, zor okuyorum. Nöbet nöbet okuyorum açıkçası Emre Varışlı’yı. Ahmet abi, her dem yeni denebilecek bir şiiri örgütlediği için, öğrenilebilecek de çok şey olduğu için yine Ahmet Güntan’ın Çene Yazıları’nı mesela hiç kaçırmıyorum, benim şeklimi zorlayan, beni aşırı duyarlı hissettiren yazılar olsa da. Genellikle ipi göğüsleyen galiba şu sıralar birkaç mecra ve birkaç küçük şiirsel girişim. Birkaç girişim dışında çok ciddiye alınabilecek bir şey yok.
Bir yandan şunu da düşündüm bunları dinlerken. İmparatorluğun yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda bir yandan yeni bir şiir yazılıyordu, bir yandan da eski şairler hayattaydı ve onların ağırlığı da bir biçimde devam ediyordu. Aruzcular hayattayken Hececiler ürünlerini vermeye başladı, yavaş yavaş serbest şiir geliyordu. Bugün de benzer ama çok daha çeşitlenmiş bir görünüm var aslında. 70’lerin bakiyesi sol, sağ şairler de var, “80 şiiri tek başıma benim” diyen şairler de var, 90 şiiri olarak niteleyebileceğimiz yükü de iddiası da öncekilerden daha farklı şairler, bambaşka sorunları olan 2000’ler şairleri var. Sadece kuşaklarla da sınıflamayalım. İslami şiir, kadın şiiri, görsel, deneysel şiir gibi kanon dışı ya da kendi kanonunu oluşturmaya çalışan ayrı kollar, kategoriler ve bunların temsilcileri var… Daha minör, tikel şiirler var. Çeşitli kuşakların bir arada olduğu bir toplam var, ama sanki birçok kompartmana ayrılmış ve birbirlerine temas edemeyen bir toplam, dinamikleri birbirinden farklı, öyle hissediyorum. Hatta sanki birbirlerinin dilini de anlamıyorlar.
Çok doğru tespitler. Çok farklı kalp atışları, çok farklı görüşler, çok farklı oluklar var, beslendikleri çok farklı alanlar var. Bir bakıyorsun birini çok yüceltiyorlar, ben çok şüpheleniyorum ondan. Hani beni de çok yücelttiklerinde şüphe duyarım.
Bizim kuşakta mesela bir tür “kardeşlik anlaşması” var. Herkes oturuyor şiirini yazıyor, sırası gelen sahneyi alıyor, sırası gelen iniyor…
Ama o kuşağa saldıranlar da var, küçük bombalar atıyorlar o kuşağa karşı.
Geçenlerde gözlerimle şunu okudum: “Küçük burjuva şiiri.” Sene 2023, kayıtlara geçsin. Bu yüzyılda hem bir şiiri itham ediyorsun, hem de bunu geçen yüzyılın çoktan tarihe karıştığını sandığımız bir politik düşünüş biçimiyle yapıyorsun. “Zamanımızın bir mikser’i” demeli belki de, bilmiyorum.
Küçük burjuva şiiri diyen o adamın evi senin evinden daha güzeldir, inan bana. Ne küçük burjuvası? Herkes Ikea’dan alışveriş ediyor, herkes Bauhaus’tan alışveriş ediyor. Ortada ciddiye alınması gereken bir sınıf farkı var, evet, bunun bir farkına varılmalı önce. Ama sen temsil ettiğin sınıfı işçi sınıfı mı zannediyorsun? Hayır, çünkü işçi sınıfı diye bir sınıf kalmadı, mayasını yitirdi. Geçen yüzyılın sosyal ve politik hareketlerinin çoğu mayasını yitirdi. İmdat Dünya’da bunu yazdım.
Gerçekten büyük acılar çektiler, şimdi çok doğru politikalar yapacaklar diye yüklemlediğimiz birçok hareketin ne yazık ki politik olarak yok olduğuna tanık oluyoruz. Ve çürüyoruz, hep birlikte. Şiirin bu noktada yapabileceği en dürüst şey şu, “Kardeşim gel bir ya, gel başka bir taraftan dünyaya bakalım. Bir gülümseyelim istersen. Başka bir fotoğrafa bakalım. Aynı fotoğraftan başka imgeler çıkartalım birlikte” demek. Gençlerde bu çok fark edilir bir biçimde var, toplumu kucaklama eğilimi. Ve birbirlerini kucaklayan bir şiiri örgütlüyorlar açıkçası. Çünkü çok güçlü kalemler var, inanamıyorsun bazı yazılan şeylere. Sena Türkmen’e mesela, Cemed Loma’nın bazı şiirlerine inanamıyorum yani. O kadar dürüstçe Darbuka Solo koymuş kitabın adını ki, bu bir cesaret şu an. Bunun aslına bakılırsa ilk elden çok konuşulması gerekiyordu, hiç kimse konuşmadı. Darbuka Solo yahu… “Faça” da benim hayatımda olan bir isimdi, o yüzden Faça koydum kitabın adını. “Fantom ağrı” benim hayatımın kendisi, o yüzden Fantom Ağrı koydum. İmdat Dünya’da artık biraz koro şekline geçtik galiba. Sen diyorsun ya, “İmdat dünya, istasyonların işitiyor mu?” dizesiyle ilgili, bir dinleyici mi var diye. Hayır, ben dile getirdim. Sadece kendi problemimi dile getirmedim, ben burada yaşayan dünyalıların da sıkıntılarını dile getirdim.
“Dile getiren” olmak. Az önce de hikâye anlatıcılığından da bahsettim ya… Bütün bu konuşmalar bana şunu anımsattı: Şairin birçok yeteneği kendinde toplayan bir figür olduğu tarihsel dönemler vardır ya, yani şair hem şaman, hem büyücü, hem şifacı, hem hikâye anlatıcısı filan olduğu dönemler…
Eskiden büyücüydüm, artık değilim! Eskiden, biraz daha Şamanist, batıl ya da batıni inanç biçimlerini şiire nasıl aktarırız filan diye çok düşünürdük. Fakat bu kimliğimiz haline gelmeye başlayınca korktuk, çekildik oradan. Bu aslında mistik bir oyundu, bizi içine çekmek isteyen sistemin mistik bir oyunuydu bu. Büyük tuzaktı, bu bizi başka bir yere doğru çekti. Yani Doğu bizi başka bir yere doğru çekiyor. Bizim bu mistik tuzaktan kurtulup dünyaya ilişkin cümleler kurmamız lazım. Yeni dünyaya ilişkin, galaksilere ilişkin cümleler kurmamız lazım. Ha, birimizi rahat bıraktılar değil mi? O gitsin kuş yuvalarının mimarisini yazsın. O hiçbir istasyona çarpmadan yazabiliyorsa, “Bu adam dokunulmazlığı olan bir şairdir” deniliyorsa eğer, o gitsin kuş yuvalarının mimarisini, okyanusların derinliklerindeki binlerce rengi yazsın, uçurtmaları yazsın. Gerçekten mutluluk verici şeyler yapsın. Orhan Pamuk böyle bir şey yapıyor bence.
Ama Orhan Pamuk nasıl yapıyor bunu? Artık pek kalmadı sanki, ama bir aralar Orhan Pamuk adı geçince “memleket meselesi” de onunla birlikte işin içinde paket halinde geliyordu. Çünkü Orhan Pamuk memleket meselesine “Dur, sen oradasın ben buradayım” diye çok net bir çizgi çekebilen, böyle bir lüksü olan bir yazar, bu lüksü de bence en başından beri kendi tavrıyla yaratıyor; özerkliğinde ısrar ediyor.
Nobel alması onda politik birtakım dokunulmazlıklar yaratmış olabilir. Ama en azından Kara Kitap’la Türk mistisizmine çok başka bir boyut getirmiştir, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan sonra. Bu konuşulabilir, ama bunun mistik bir tuzak olduğu konuşulabilir mi? Hayır, Kara Kitap’ın içinde aşk da vardı çünkü, mistik bir tuzak değildi. Mistik tuzak soyut aşkı, insanın saçma bir şekilde kendi kendine meczup olma hallerini beraberinde getiriyor. Ben bu yüzden Doğu’dan uzak duruyorum, Batı’yla ilişkileniyorum.
Âşık Ruhsati’den de bahsediyorsun sen şiirinde, ama aynı zamanda Baudelaire metaforundan da bahsediyorsun.
Çünkü Baudelaire’le büyüdüm, Âşık Ruhsati’yle devam ettim. Baudelaire’in “Yabancı”sıyla büyüdüm, hatta bir şiirim var “Bulutlar Yabancı” diye. Ben bazı desenlerin, bazı dokuların, bazı dekorasyonların bana, varoluşuma yabancı olduğunu hissediyorum. Bazı evlerin, bazı yerlerin… Mesela nerde yaşamak istersin desen, İrlanda’da yaşamak isterdim. Çünkü o doku, o desen, o maya bende var. İrlanda’da lanet olası bir ağacın altında bir İrlanda viskisi çekmek isterdim, arkadaşımla sohbet ederken, herhangi bir dilde. Ben özgür olmak istiyorum. Bazıları Oğuzhan Akay gibi abartıyor, şövalye filan diyor. Ama şövalye değilim, ben bir özgürlük savaşçısıyım, kendi kendimin özgürlüğünü istiyorum. Evdeki paspal halime inanamazsın, ama dışarı çıkınca bir jön gibi davranmaya çalışıyorum hâlâ. Sağlık problemler de ne yazık ki hayatın önüne geçemedi.
İyi ki geçemedi.
Hayır, geçseydi o zaman Doğulu olacaktım işte. Evde oturup saçma sapan eşofmanları çekip otursaydım bir Doğulu olacaktım. Anlatabiliyor muyum? Sen gelince ilk televizyonu kapat dedin bana, televizyonda TRT2 açık olmasına rağmen nefret ettin televizyondan. Bu arada bir şey söylemeliyim. TRT 2’de hiç adını duymadığım şairlerle karşılaşıyorum, çok mutlu oluyorum. TRT2’deki şairlerin çoğunu tanımıyorum. Bu garip bir şey değil mi? Kültür dünyasında olup bitenler farklı, vitrinde bambaşka isimler var, biraz komik geliyor bana bu.
Senin bir sözün vardı, salondakiler ve mutfaktakiler…
“Her şeyi bilenler mutfakta, hiçbir şey bilmeyenler salonda.”
Bu her zaman böyle değil miydi?
Her zaman böyleydi ama vitrinin bu kadar kirlenebileceğini ben tahmin etmiyordum. Çünkü 90’larda herkesin şarkısı vardı, türküsü vardı, herkesin bir şiiri vardı, herkesin bir meyhanesi vardı, herkesin bir balkonu vardı, filan filan. Bir anda hepimiz sapıttık mı ne oldu, kimse çocuğunu top oynamaya dışarıya bile bırakmak istemiyor. Dünyanın bu kadar tehlikeli bir hale gelmesini sağlayanlardan elbette yazarak öç alacağız. Bu böyle bilinmeli.
İmdat Dünya.
İmdat Dünya, evet. Ama dünya sadece insan varlığından oluşmuyor. Mesela ağaçlardan da oluşuyor. Yakınmak için kuyuya gideriz ya, yakınmak için bir ağaca gitmemiz gerek aslına bakılırsa. Çünkü o alıyor. Kedim alıyor. İnsanlardan daha iyi davranıyor ağaçlar. Karınca yuvalarının üstüne basmamaya çalışmak obsesyon filan değil, doğaya karşı son derece dikkatli olmanın getirdiği bir davranış biçimi. Salyangoza basmamaya çalışmak, onu alıp kenara koymak, solucanlarla oynamak filan. Bunlar kötü şeyler değil ki. Dünyayı buraya çekmek lazım. Başka türlü olmayacak çünkü. Biz solucanları sevmezsek solucanlar mutlaka bizden öcünü alır. Çünkü “Ben bir şey yapmadım” diyecek, “ben sadece senin iyiliğin için savaştım.” Biz de bir solucanız şair olarak, biz iyilik için savaşıyoruz.
Bunu yaparken şiiri modern bir biçimde sunmak da senin için önemli. Malzemeyi işleyişin, zanaatkârlığın, biçimi arayışın, deneye yatkın olup olmayışın üzerine de konuşalım mı biraz?
Eskiden biçime önem vermezdim. Geriye dönüp baktığımda bir itirafta bulunayım mı? İmla hatası çok yapmışım şiirde. İmla bir hapishane. Ama imlaya da biçime de artık önem veriyorum, çok dikkatli davranıyorum. Şeref Bilsel “O, söylediğini de tesadüfe bırakmayan bir şair” diyor benim için. Bu çok önemli ve güzel bir tespit, hayatımda duyduğum en güzel tespitlerden biri. Biri de Orhan Alkaya’nın şu sözü: “Onun bir tarafı Balkanlarda aristokratlarla absent içerken bir tarafı da Beatnik kuşakla birlikte yoldadır” diyor. Aslına bakılırsa bu tanımlama İmdat Dünya’ya cuk oturuyor şimdi. İskender de “Levent Karataş şarabı avcuyla da içer, kadehle de içer” demişti. Ben işte tam olarak böyle biçimlendiriyorum şiiri. Kimi zaman insanlara avuçla şarabı sunuyorum, kimi zaman kadehlerle ve son derece özenli bir peynir servisiyle.
Ama şöyle bir şey de yapmıyorsun: Karşındaki şarap beklentisi içindeyken onu birden boş elle de göndermiyorsun, aşırı bir deneysellik, şaşırtma, kanırtma, sanatsal performans yok. Sunuyorsun ve anlatıyorsun.
Eskiden daha serttim. Doğan Ergül çok güzel bir şey söyledi. O zaman mail grupları vardı, Yitik Ülke mail grubuna yazarken ona yazdığımı nasıl buldun diye sordum. Politik bir yazıydı. “Sen bıçağı yaralamak üzere sokmuyorsun, öldürücü darbeyi vuruyorsun” dedi. Bu galiba politik olarak bir lider olacağımın da bir kanıtı. Şaka bir yana, bunu da söylemek isterim, öldürücü darbeyi vurmadan bırakmam. Eskiden daha serttim, şimdi biraz daha dikkatli davranıyorum. Peşimden daha dikkatli davranmamı gerektiren bir kuşak geliyor açıkçası. Konservatif miyim, evet, ama yine de arada hinlikler yapıyorum kendimce.
Neruda, Evrensel Şarkı’da Şili’nin o genel yapısını, insanlarını, coğrafi konumlanmasının şiirini yazmış. Yazmış yani. Adamın vakti var ne yazıyor, biz nelerle uğraşıyoruz. Bizim derdimiz daha büyük, düşünebiliyor musun… Ben diyorum işte, kuş yuvalarının mimarisini yazmak istiyorum diyorum.
Diyorum ya, sen o hikâye anlatıcısı/şair figürü gibi etrafı gözleyip anlatmak durumundasın. “Frekanslar tanrısıyla savaşıyorum” diyorsun “Günüm Böyle Geçiyor”da. Sayısız frekansı duyuyor, topluyor, derleyip örgütlüyor, şiire dönüştürüp yayıyorsun. Ve sana alıcı lazım. “İmdat dünya, istasyonların işitiyor mu?” diyorsun. Bir Doğu Uykusu’nda da “Kulaklarınızın kapısını iki kere çalabilir miyim?” diyordun.
Oradan belki birkaç kişi yırtar da kuş yuvalarının mimarisi olmasa bile ne bileyim hamam böceklerinin yürüyüş biçimini filan yazar.
Ama o kuş yuvalarının mimarisini yazana haset duymamak, ki bizim memlekette çok beklenmeyen bir davranış, o güzel. Yani, “Bırakın kuş yuvalarının mimarisini yazan yazsın, bırakın hamam böceğini yazan yazsın. Biz yazamıyoruz, ama o yazsın” gibi bir tavır.
Bunu da bana abim öğretti, çocukken. Bir gün “Kuşlar mimar mıdır?” diye sordu bana. Bir çocuğa böyle bir soru sorulur mu, ne yapıyorsun yani. Ben de düşündüm ve “Nasıl mimar mıdır?” diye ikincil bir soru sordum. Abim de çok açık bir biçimde, mimar olmadıkları halde yuva yapmalarındaki maharetin, hünerin, kuşların bir mimari deha olduğunun kanıtı olduğunu anlattı bana. Bizi böyle yetiştirdiler, kuş yuvalarının mimarisini yazmak isteyen bir kuşak olarak yetiştik. Ama gel gör ki vitrinlere çarptık, istasyonlara çarptık, tüzüklere çarptık, hükümetlere çarptık, politikalara çarptık, birbiriyle geçinemeyen solculara çarptık, birbiriyle geçinemeyen sağcılara çarptık, burjuvaya çarptık, beş para etmez kurumsal şirketlere, bilmemneoğulları şirketlerine çarptık, reklamcılık yaptık, ekmeğimizi kazanmaya çalıştık, saçma sapan bir hayatın içine çarptık yani. O yüzden bizden bir şey beklenilmesin, biz sadece yolu açıyoruz. Bakalım yolu açtıktan sonra ne olacak. Bu kadar da söylemeye hakkım varsa var. En azından şunu söyleme hakkı görüyorum kendimde: Yolu açma girişiminde bulunuyorum. Hani Guguk Kuşu’nda diyor ya, “En azından denedim” diye. En azından denedik, fakat olmuyor. Bir Doğu Uykusu’ndaki “Varın unutun harfi, bu kadar söz kâfi” diyen mistik tartışma Araf’ta geçer aslında. Araf’ta da konular aynı, Cennet’te de konular aynı, Cehennem’de de konular aynı. Ayırt edemiyorsun gerçekten, hani Wish You Were Here’da diyor ya, “Ayırt edebilir misin cennetten cehennemi?” Konular aynı aslına bakılırsa. Rilke’yi peygamber gibi düşünen insanlar olduğunu biliyor muydun? Biraz da haklılar tabii, söz peygamberi. Ama bir de onun tanrısal ilişkilerinin olduğunu düşünenler var. Bir de Rilke’nin kendisi var tabii, onu nereye koyacağız. Ama Rilke herhalde 2000’lerde, son 20 küsur senedir Türkiye’de yaşasaydı, o da inan bana “İmdat” değil, “Kaçın!” diye şiir yazardı.
Daha önce bahsettiğin bir konu vardı, yarı şaka yarı ciddi. Bir “Makus Şairler Antolojisi” yapacağız diyordun. Ondan bahseder misin biraz?
Ömer Şişman bu öneriyi baştan reddetti, Reşit İmrahor’un Unutulmuş Şairler Antolojisi var, dedi. Makus Şairler Antolojisi de şöyle doğdu: Ersin Tezcan’la günde bir saat kadar telefonda konuşuyoruz. Edebiyat konuşuyoruz ama aslına bakılırsa Körler Sokağı’ndaki Tekaüt’ün geyiğini yapıyoruz. Bir gün, “Ya bu şairler birbirlerine çok küsüyorlar, Küs Şairler Antolojisi mi yapsak?” dedi. Ben de dedim ki, “Küs’ü bırak Makus Şairler Antolojisi yapalım.” “Bu altın fikir” dedi. Murat Yalçın’a sundu, böyle bir fikre ne dersin diye sormuş; bana aktardığı kadarıyla o sıcak bakmış. Makus, çaresiz demek, yazmaktan başka çaresi olmayan. Ama bu tabii artistik bohemlikle karıştırılmasın. Yesenin gibi kanıyla duvara “Hoşça kal dostum”u yazma cesaretini taşıyanlar için makus denebilir ancak, aslına bakılırsa. O yüzden çok kalın bir antoloji olmayacaktı o.
Kim var mesela?
Ahmet Haşim var…
Başka şair yok mu?
Park Otel’de yaşadığı dönemleri düşünürsek Yahya Kemal de var.
Modern Türk şiirinin kurulumunu makus şairler yapmış neredeyse, o zaman.
Bilmiyorum. Ahmet Haşim’in “Ölmek” şiirini okuyunca ölmenin gerçekten çok güzel bir duygu olduğunu hissediyorum. Ezbere biliyorum. Diyor ki, “Firâz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselerek / Oradan, / Oradan düşmek, ölmek istiyorum / Cevf-i ye’s-âşinâ-yı hüsrana…” Sesin armonisine bak. Tabii bunu bana öğretenler var, ama onları geçtim şiir muhtevası konusunda. Boynuz kulağı geçer, o yüzden Hakan abimi geçmiş sayılırım, onu da söyleyeyim. Makus şairler diyorduk. Şair Eşref mesela. Neyzen Tevfik. Âşık Ruhsati, hepsinin babası. 19. yüzyılda yaşamış, bir tas ayrana hasret gitmiş, duvar ustalığı yapmış, oradan oraya göçmüş, dönemin İç Anadolu’su gibi bir karanlıkta yaşamış, ki o zamanı bilmiyorum ama İç Anadolu hep karanlık gelir bana. O nedenle Âşık Ruhsati var, olmaz olur mu? Âşık Veysel, onu çok dövmüşler biliyor musun? Bizi de çok dövdüler. Bir tane gülü denize atarken dayak yediğimi hatırlıyorum ben. Biz de makusuz bir anlamda. Bazı kuşaklar içinde böyle makus şairler var gerçekten. Hani marjinal dersen çok var da… Saray dalkavuklarından başlayarak. Bir de gerçekten yazmaktan başka çaresi olmayıp dalkavukluk da yapmayan Nesimi’ler var mesela bu topraklarda. Derisi yüzülen Hallac-ı Mansur var. Âşık Mahsuni Şerif’ler var, çok önemli laflar söylemiştir mesela: “Sermayem derdimdir, servetim ahım.” Meseleyi şimdi bile böyle özet geçemezsin, çok zordur yani. Öyle laflar var ki sadece bizi ilgilendirmiyor, sadece evrensel bir dünyayı ilgilendirmiyor, sadece dünyaları ilgilendirmiyor, on sekiz bin âlemi ilgilendiriyor. Senin böyle bir şiiri yazma potansiyelin var mı? Yok. O zaman saygı duyacaksın. “Ay o bitti.” Ne bitti oğlum, ona bir bak, dön bir bak ya… Ben çok fazla dönüyorum. Pir Sultan’a çok fazla dönüyorum mesela ben, “Kalsın benim davam, divana kalsın”. Divan, tabii ki padişahın kafes arkasından izlediği bakanlar kurulu değil. Divan, Allah’ın divanı. İlahi adaletten bahsediyor. Türkiye’de ilahi adaleti de durdurdular resmen. Bir Müslüman iktidar ilahi adaleti durdurdu, kendi kurallarını dayattı. Kendi kurallarına göre insanları başkalaştırmaya çalıştı ve komik hale düştük. Çünkü bir liberalizm geliyor, bir İslam geliyor, biz de afalladık, tokatlar yiyoruz her taraftan. Politik tokatlar çok yiyoruz, çok dövüyorlar bizi. Ortadoğu’nun en çok dayak yiyen toplumu biziz, Avrupa’nın en çok dayak yiyen toplumu biziz. Depremler, siyasal çalkantılar, vitrin kavgaları, o kadar çok şeyle meşgulüz ki…
Peki, bundan sonra neler var senin için, bir hasat zamanı mı?
Çok çalıştım, artık tembellik yapmak istiyorum biraz. Tatil yapacağım. Toplu Şiirler’i hazırlıyorum ufak ufak. Küçük projelerle başladım bu işe, söyleşiler yaptım. Minimal hikâyeler yazıp kafa açma çalışmaları yaptım. Sonra da İmdat Dünya’yla birlikte bir kopuş yaşandı ve yapabileceğim yegâne, en iyi, en üst perdeden, en insanları ilgilendiren şiiri örgütledim. Ve Toplu Şiirler’i hazırlarken küçük hikâyeler, hatıralar yazacağım. Hatıraları yazarken de hiç artistik yapmadan yazmaya çalışıyorum. Yeni bir Tanpınar olmak istemem. Yeni bir Tanpınar okunmaz da zaten, ona ihtiyacımız kalmadı galiba. Çünkü Tanpınar’dan okuruz istersek Huzur’u, Nuran’ın aşkını, eski Kandilli’yi, nostaljisini de yapabiliriz. Handan’la birlikte mektupların içine dalıp o Osmanlıca-Türkçe karışımı leziz nezaketin sözcüklerini okuyabiliriz. Ama yeni bir Halide Edip, yeni bir Handan olsa ne olur? Komik olur artık. Şuna bütün kalbimle inanıyorum ki, bu buhranlı dönem geçtikten sonra Türkiye’de artık nâ-demokratik bir dil oluşacaktır. Hem poetik dil hem politik dil oluşacaktır. Ve bu da gelecekte bazı kuşakların işine gelecek, ama şiirlerinde selam da çakacaklardır bize, inanıyorum. Çünkü biz onlar için çok ciddi bir acıyı omuzladık diye düşünüyorum. “Acının Omuzlanışı” İsmet Özel’in şiiridir. Onlar bize selam çakmasalar da en azından imla yanlışıma gülümsemeleri bile beni mutlu edebilir, yukarıda Cennet’teyken ya da Cehennem’deyken ya da Araf’ta tespih çekerken.
Çok teşekkürler.
kitap-lık, sayı: 231, Ocak-Şubat 2024.