Mısır*

I

Kalabalık bir grup, bir gemide gidiyoruz, rotadan ayrılalı birkaç gün olmuş, ama motorlar durdurulup ışıklar söndürüldüğü halde gemiyi gizli bir güç hareket ettiriyor, hissediyoruz, bordada endişeli değiliz ama umursamaz bir halimiz de yok. “Biz” dediğim benle ötekiler, eş dost. Yolculuğun ya da rüyanın başından beri ortak evveliyatımız varmış; binbir türlü badireden geçmişiz, içimde onlardan kalma bir yaşanmışlık hissi. Ama anılar iyice silikleşmiş. Bu son sahneyle birlikte, hatta son sahnenin daha en başında zaten bütün anılar yok oldu, yok olurken yaşamda mutluluklarla, didinmelerle, öğrenilenlerle olgunlaşan ne varsa hepsini de beraberlerinde götürmüşler, zorla götürmemişler, doğaları gereği onları usulca ayrıştıra ayrıştıra gitmişler sanki.

Kesin olan birkaç şey var gene de. Mevsim yaz, yolculuğumuz Akdeniz’in doğu taraflarında, belli hedef gütmesek de güzergâhımız Mısır’dan başlıyor, önce batıya dönüp sonra tekneyi kuzey kıyılarına götürüyordu, kıyıların dağlık olacağı içime doğmuştu.

Bir akşam karanlık çöktüğü sırada bir limana vardık, tahmin ettiğim gibi evler yüksekçe bir yamaca altlı üstlü kuruluydu ve dağın bağrındaki kıvrımların arasında o saatte hafiften silikleşmeye başlamışlardı bile. Ülkede büyük bir bayramın sonu gibiydi: sokaklarında ağaçtan ağaca karışan ateşler, açık evleri ışıl ışıldı, bu sayede ağaçlık ve kayalık alanların üst mahallelere sokulup art alanı şehrin nerdeyse göbeğine kadar getirdiğini hemen görebiliyorduk. Damlar arasında orda burda karanlık lekeler seçiliyor, içlerinde kıpraşan fosforlu bir ışık: kiliselerdi herhalde oraları. Sonra bir kilise daha, bir Anglikan kilisesi galiba, merkezî bir yükseltiye kurulu, güzel bir sarı ışık boydan boya cephesine ve koca kubbelerinin diplerine vurmuş, bütün limana körfeze hâkimdi – bu bilinmedik topraklardaki bina ve anıtlar arasında en uzaktan görüneni de bu kiliseydi. Bakınca ama insanın ıssız diyesi gelir, sessiz diyesi gelir – hoş, belki de hayaldi hepsi zaten.

Ben geminin baş tarafına geçmişim, karaltı haline gelmiş fısır fısır yolcu öbeğinin ortasında bir yandan “Selanik mi acaba, yoksa İzmir mi?” diye düşünüyorum ama tanımadığım bir şehir olabileceğini göz ardı etmiyorum. Tek düşündüğüm yavaş yavaş büyüyen bu limanın güneye baktığı ve Asya’nın içlerine uzanıp giden tenha ve geniş bir bölgeye sırt verdiğiydi – bu yüzden Selanik tahminim zayıf bir tahmindi. Her neyse gemi son zamanlarda gittiği gibi ağır aksak, aheste aheste rıhtıma yanaşıyor, bir bakıyoruz karadayız, kıyıdaki erkeklerin kadınların arasına inmişiz, solmuş çiçeklerle kurdele kalıntılarını sağa sola savuran melteme karşı durmuş bekleşiyorlar – küllenen ateşler altında daha parlak bir başka ateş.

Yakınımdan geçenlere “Hangi şehirdeyiz?” diye soruyorum. Gülümsüyorum ama daha.

Tuhaf, anlamıyorlar ne sorduğumu. Dönüp gülümsüyorlar, belli ki söylediğim sözcükleri anlamışlar, yani anlamamaları dilden değil. Gene de daha derinde tık yok. Bu kez başka türlü soruyorum ama artık işkilleniyorum da içten içe: “Bu yaşadığınız yere ne ad veriyorsunuz?” ya da “Diyelim şehirde değilsiniz, artık şehre dönüyorsunuz (uçurumların altında kıyıdan kıyıdan eşek sırtında bir yolculuk hayal meyal gözümün önüne geliyor, uzakta da batan güneşin önünde şehir boydan boya perde olmuş), nereye dönüyorum derdiniz bana?” Bu manevralar da sonuç vermiyor. Sanki ad kavramı, yer kavramı buralılara büsbütün yabancı, en azından kendi şehirleri söz konusu olunca. Kibarca da olsa beni duymazdan geliyorlar. Derken etrafıma bakıyorum, arkadaşlarım kalabalığa karışıp gitmiş.

II

Uyanıyorum ve bütün gün boğazımda bir yumru, içimde büyük yalnızlık, o ışıl ışıl şehir, o rıhtım, o mutlak anlaşmazlık hali.

Akşam, bir telefon, önceki gece olanları haber alıyorum. Memlekette tek başına yaşayan annem yatağa uzanırken beyin kanaması geçirmiş, bütün gece yatmış, sabah da yarıbilinçli kalakalmış – rüya görüyordu herhalde. Bir insanın zihni yarı açıkken sarf edebileceği sözlerle, konuşmayı yeni öğrenen çocukların o bulanık ve acayip algısıyla ve her zamanki inceliğiyle karşılamış cankurtaranları. Herkese rahatsızlık verdiği için özürler diliyormuş. İçecek bir şeyler ikram etmek istemiş galiba. O zaman düşündüm de o inceliğin altında hep aslında kendisinin bile görmediği gizli bir mesafelilik yatardı, içim daha bir burkuldu: çevresindekileri, genç yaşta gelip yaşamını sürdürmek zorunda kaldığı o yöre insanlarını hep yadırgamıştır annem, soğuk insanlar onlar, fesatlar derdi, güya kendi memleketinin yadigarı olan büyük konukseverlik ve paylaşma erdeminden nasiplerini almadıklarını söylerdi.

Gene sabah oldu, gene erkenden gara yollandım. Hava güzeldi, ferahtı, hafif bir güneş gölge yüzeylerinde kıpraşıyor, ama gölgeler nasıl, su gibi, ışıl ışıl. Baktım peronda hayal meyal kot pantolonlu bir kız şarkılar söyleyerek dolanıyor, gölgesi betonda çırpıntılı iki-üç yay çiziyor, benim gözümde cümlelerdi onlar, bir anlamı olan cümleler belki de. Kız bu ışık-gölge oyununda arasıra sağ ayağını zarifçe öne uzatıyor, zemin çatlak buzmuş gibi sağlam mı diye önce bir yokluyor, sonra gülerek kafasını sallayıp ayağını pat diye bir çırpıda yere basıyordu. Arkasından da durup bir uzaklara bakıyordu, neye bakıyordu bilmiyorum, bir şeye baktığı yoktu herhalde. O anda bu sefer ben bir çırpıda anladım: o kızın adı “Mısır”dı. İçimde üzüntüydü endişeydi hepsi dağıldı çünkü artık insanların dert çektiği yaşamda değil rüyadaydım gene. Ve insanların kişilere ve şehirlere ad verdiği buranın ülkesinde, uyanık yaşamın yerlerinin ve durumlarının göbeğinde rüya şimdi yeniden başladığına göre, illa buralı bir hedefe, yani hayırlı bir hedefe dosdoğru yürüyordu, iyiden iyiye anlıyordum. Bindim trene, şu hayatımda bir kez daha dönüp perona baktım, peron yaz güneşinde tıkır tıkır akmaya başladı, bir deniz kıyısında duruyormuşum gibi.

III

“Şu hayatımda bir kez daha” diyorum, ben kaç kez yaşadım aynı şeyi, kaç kez! Çocukluğumda, ben o kız yaşlardayken, öbür ülkedeydi bunlar, dağlarda, ve güneş solda aşağıdan doğardı, sağda taşlardan çıkan tren aydınlık başını bize verir, sonra yanımızdan geçerken üstümüze sıçrattığı gölge vagondan vagona neredeyse dipdibe ışıktan virgüller ve noktalar (kim bilir belki de sözcükler) fırlatırdı. Köycek treni “geçer görmeye” erkenden istasyona gidilirdi, akşama doğru da dönüş töreni olurdu, annem, nenem ve teyzem yazın paydostan sonra geçer görmeye gelirdi, trenin hâlâ zangırdayan basamağından bir sürü tatil bavulumuzla arada bizim de indiğimiz olurdu. Tıkış tıkış kompartmanlarda, iki-üç istasyonun büfelerinde bütün gece giysiler kırışmış, yarım yamalak bir sürü rüya, fener görmüş gecekuşu gibi debelenmeler, yaşayanlarla ölüler orada nasıl da bir aradaydı benim gözümde! Ön safta o açık eller, o bıyıklar, o iğne saplı topuzlar, bluzlara iliştirilmiş madalyalara vuran o güneş ışınları, ama uzakta bir yerlerde oval çerçevelerdeki fotoğraflar gibi kimi güleryüzlü kimi dertli o yaşlıların yüzleri… “Olmadı! Daha bilmeyecektin onları! Vakti gelmemişti…” diyenler olmuştu bana o yüzler hakkında. Bir de peronda şişkin ama yırtık pırtık, toz toprak içindeki süslü elbisesi ve başında bir eski püskü meyva çiçek sepetiyle bir insan grubundan öbürüne geçen o “Promé té ché”, o güya deli kadın. Herkese bir yanaşırdı, hatta beni pek bir severdi, sonra gülüp parmağını sallardı, sanki şakacıktan tehdit ediyordu ya da eskiden verilmiş bir sözü hatırlatıyordu: “Yemin ediyorum sana…” derdi, hep ama hep aynı şey, ve insanlar eskiden nişanlısının kendisini o istasyonda terk edip bir daha geri dönmemecesine gittiğini söyler dururdu ya da benim aklımda öyle kalmış. Bu arada tabii etraftakiler bar bar konuşur, bağırıp çağırıp gülerdi, ona kimsenin dikkat ettiği yoktu, trenin son kapısı kapanınca yüzünü kapıp geçen gölgeye de. Sonra en geçe kalan yolcular arasında o da kendi halinde bir şarkı mırıldana mırıldana köyüne dönerdi ve gece karanlık kapısının önünde bağdaş kurmuş, kara tenceresinin altında korları eşeler gördükleri olurdu onu. Ben onu seviyordum işte, toprağın kendisiydi o benim gözümde, köylerin boşalmasıyla, yağmura ve güneşe düzenlenen son ayinlerle, çayırlarda kaz çobanı kızların şiveli şiveli söylediği son şarkılarla birlikte onun da konuşma yeteneğini yitirip yaşlandığını hissediyordum içimde. Günün birinde artık nasıl yapacaksam ben gidereceğim diye hayal ediyordum, dünyanın sabahında kaçıp giden adamın hatasını.

 

* Yves Bonnefoy’nın Récits en rêve [Rüya Anlatıları] kitabından.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr