Söyleşi: Fırat Demir – Çağlayan Çevik

 

fd

 

 

 

 

 

Firat-Demir02“Yeni Cüret Çağı”nda bir “genç şair” olarak yaslandığın şiir birikimine hakim olmanın yanında güncelin de işaretini veriyordun. Görüyoruz ki “Öte Geçeler”de de bu devam ediyor. Deyim yerindeyse şiirinin karakteristik unsurlarının başında “güncel” olan geliyor… Yanılıyor muyum?

Şiiri kendisi tartışılmayan büyük, yüce bir anlam görmüyorum çünkü bu bakış açısı, devamlılık vurgusunu öne çıkarır, şiir için giriştiğin deney bir yan unsur olarak donuklaşır, varolan bir bilgiye eklemeler yapman, o bilgiyi yeni baştan süslemen gerekir. Oysa şiir bilgisini sürekli unutarak baştan başlamanın, kendini her şeyin ortasında buluvermenin şairi sürekliliğin dışına çıkaran bir faydası var. Ben bilinmeyenin içinden bir yeni çıkartabilmeyi şiirimin yakıtı olarak görüyorum. Bu “yeni”ye ulaşabilmek için bir oyuncu gibi davranabilir, serüvenim gereği tahayyül ettiğim bir dünyanın içinde yaşayabilirim. Şiir için deney değil, topyekûn deneyin kendisi olan şiir. Deneyin kendisinde her zaman güncel için gerekecek enerji mevcut bulunacaktır.

 

Yine ilk kitaptan hareketle baktığımızda orada da Türkiye’nin bütün bir coğrafyasına yayılıyordu gerek dilin, gerek uzamsal unsurların. “Öte Geçeler” bunu bir adım ileriye götürüyor. Bunu bir peyzaj arayışı olarak mı görmeliyiz yoksa çağın tanığı olmakla mı açıklamalıyız? Yoksa her ikisi de mi…

“Öte Geçeler” bir o kadar da dışarı çıkma, dışta kalana ulaşma, dışarıda olana alan açma kitabı. Kavafis’in İskenderiye’si gibi bir yok-ülke. Kişisel olanı haritaya tutuyorsun ve eline bambaşka koordinatlar geçiyor. “Yeni Cüret Çağı”ndan sonra önümde iki yol vardı; ya daha içe dönük ve parçalı bir şiire gidecektim, ya da ilk kitapta başladığım meseleyi biraz daha kazıyacaktım. Kazı, daha gerekli göründü benim için. Çünkü bu kazı köklere eğilmenin rahatlığıyla değil, kök denilenin rahatsızlığıyla ilgili olacaktı. Tarih ve coğrafya ile ilgilenen şiirlere sirayet edebilecek yüce gönüllüğün yerine yabancı olanları, gizlileşmek isteyenleri, temsilsiz bırakılmışları anlatan bir atılmışlık hissiyle yarattım o peyzajı. Bu tavır, ilk kitabımdan farklıdır. İlk kitabımda özne, kamplaşmış duyarlılıkların arasından sıyrılıyor ve siyasi düşüncenin daha baştan tayin ettiği diğer öznelerin karşısında, “çağ”ı için bir “yeni” öneriyordu.

 

Öte Geçeler adeta “yolda” düzülmüş bir kervan gibi duruyor karşımızda. Dar, kıvrımlı yollardan geniş ufuklu düzlüklere uzanan. Yolun, yolda olmanın şiirin için ayrıksı bir anlamı var sanki. Ne söylemek istersin?

“Öte Geçeler”in izleri yavaş yavaş zihnimde belirdiğinde bir yolculuğa çıkmam gerektiğini anlamıştım. Dediğim gibi, şiirin serüveni için tüm dünyam şiirin önüne el pençe divan durabilir. “Öte Geçeler”in zaman aksı geçmişe ait olabilir, imgeleri usa yakın olabilir ama kitabın çok somut bir yanı da var. Bir “travelogue” gibi yazıldı “Öte Geçeler”. Aylarca Türkiye’nin doğusunda otostop çekerek seyahat ettim. İlk kitabımdaki “büyük özne”yi yok edebilmek için kendime dair her şeyi geride bırakarak kendimi bu yolculuğa teslim ettim. Ayrıca özellikle İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Amerika ve Avrupa şiirinde “yolda” olmanın, yer değiştirmenin, yeni bir yeri “anlamaya” çalışmanın, alan duygusunun öneminin arttığını görüyoruz. Sembolistlerin egzotik niteliklerinden ziyade, modern anlamıyla gezginci bir şair tipi, bir çeşit dünyayı anlama günlüğü, şehirdeyken bir flaneur, şehrin dışında bir kervancıbaşı. “Yolda” yazmanın bir de teknik bir yönü var: şiirsel etkinliğin bir diğer kuvvetli yönü yolda olmak. Görselliği şekillendiren coğrafi unsurlar, sözlü kültürün beraberinde taşıdığı bir tür otomatik ritim duygusu, kendini keşfedişin yeni manzaraları…

 

054_otegeceler“Öte Geçeler”in coğrafyaya dair unsurları, az evvel saydığımız peyzaja dair kavramları ustalıkla birer metafora dönüştürdüğünü görüyoruz. “Mektepten memlekete” gibi bir anlayış değil elbette bu, ama çağdaşın şairlere kıyasla az rastlanır bir durumdan söz ediyoruz… Nasıl demeli, bugünün şairlerinin biraz ihmal ettiği olguları yeniden yoğuruyorsun sanki. Veya bunu bugünün şiir ortamıyla açıklamak ne kadar doğru sence?

Bakış meselesi, şiiri angaje olmaktan kurtaracak yegâne ilaç. Önemi, bakılana değil, bakışa addetmek. Bakış, doğayı da, coğrafyayı da herhangi bir bilgi olarak ele alacaktır, önce bu bilgiyi deneyimleyecek, sonra da unutacaktır. Sanırım “Öte Geçeler”in peyzaj oluşturma çabasına rağmen hala uçucu, hafif ve özerk kalabilmesinde bakış ile unutma arasında biriken izlenimlerin etkisi büyük. Bakışı önemseyip, her şeyi daha sonra unutulacak bir bilgi olarak gördüğünde, kavramların, temsillerin boyundurluğundan çıkmış oluyorsun. Dil, millileştirilmiş bir tarihten ya da parçalara ayrılmış bir haritadan çok, sınır ihlalleriyle, yabancılıklarla, iç çelişkilerin ortasında dokunulmamış özel alanlarla ilişkilenmeye başlıyor. İlk kitabımda “Kürdistan’da Bir Cumhuriyet Balosu” ya da “Bir Anadolu Göçü” şiirleri, benzeri bir özel alana çekilmeyi şehrin içerisinde gerçekleştiriyordu. “Öte Geçeler”de de aynı yaklaşım söz konusu fakat bu sefer, senin de belirttiğin gibi, daha derinde, daha eskide arıyorum bu özerkliği. Bir yere çakılıp kalmamak, aklın bir dediğine kanmamak, bugünün şiir ortamında bir keskinlik olarak belirebilir. Bunu benim söylemem doğru olmaz. Ama şunu da eklemek isterim: Mesela şimdi de tamamen temsillerin uzağında, tarih ve coğrafyanın artıklarından aldığı gücü, bir başka artığa dönüşmek için harcayan şiirler yazmak istiyorum. Mondrian’ın resim serüveni gibi biraz. Mondrian, bir teologdu. Fakat resminde asıl ruhani etkiyi birkaç renk, birkaç siyah şeritten oluşan soyut resimlerde yakaladı. O resimler, kendisi dışında hiçbir şey temsil etmiyorlar, herhangi bir referans yok, harita yok, kitap yok, yalnızca bir iç kompozisyon var. Günümüz şiirinin kişisel güdümlerine ilk tepkim, “Öte Geçeler” gibi uzağı çağıran bir kitaptı. Şimdi Mondrian’ın yaptığını yapmak istiyorum.

 

“Yeni Cüret Çağı”nda kendini hissettiren erotizm Öte Geçeler’de neredeyse yok denecek kadar azalmış durumda. Olan da bedenselden ziyade daha farklı “aşkî” bir mana içeriyor. Bunu kişisel bir dönemle mi yoksa toplumsal veya sosyal olarak tanığın olduğun dönemle mi açıklamalıyız?

Şiirimde yaşantı, düzenleyici gizli bir el gibi etkilidir. Yaşantının izlerini şiire düşürmeyi dürüst bir tavır olarak görürüm. Evet, kişisel bir dönemden bahsedebilirim. Kitaptan önce bir ilişkim vardı, o sevgilimle bir yıl boyunca bir kere bile sevişememiştik. Ne olduğunu anlayamadığım, bilmediğim bir nedenden ötürü sevişmekten, tensellikten korkuyordu.

Benim için çok üzücü bir süreçti ama asla yaralayıcı değildi, çünkü benden çok, sevdiğim insanla ilgiliydi, onu incitmemek istiyordum, aşkımızda bedensellik olmayışı kabullendim. “Yeni Cüret Çağı”ndaki “arsız”lıktan, androjeniden sonra bu donma anı şiirimi de daha duyusal bir yere taşıdı bence. Bir yanıyla bana çok uygun bir durumdu bu: Tüm cinsiyetler arasında bir donuş hali. “Öte Geçeler”de kadın diliyle yazılmış çok şiir var. Bu donuş noktasından, bu orta noktadan herkese eşit uzaklıkta olabildiğim için yazabildim o şiirleri: kadına, erkeğe. “Öte Geçeler”in coğrafyasındaki cinsellik, şehrin cinselliğinden çok farklı. Hem çok daha primitif, içgüdüsel, bu yanıyla heyecan verici ve tutkulu, hem de toplumsal platformda gizli, baskı altında, utançla çevrelenmiş, bu yanıyla da karanlık, ikiyüzlü ve ölüme yakın. Ölüm ve erotizm, otonomlardır, kendi kendileri için vardırlar ve bu yüzden de insan hayatındaki sürekliliği temsil ederler. “Öte Geçeler”de pek çok yas şiiri olmasının bir sebebi de bu sürekliliği tekrar hatırlatmak. Keza yas duygusu, bana kalırsa, insana sürekliliği hatırlatan yegâne duygu, yas duygusunun ölüm ve erotizmle paylaştığı “aşkî”lik, bu süreklilikten besleniyor. “Aşkî”liği de pek yüceltmemek gerekiyor, bazen “aşkî” sandığımız duygular sadece gizli kalmayı tercih eden, korkak duygular.

 

Aynı şekilde bir önceki kitabında mizah/ ironik unsurlar da çıkıyordu karşımıza. Oysa bu kez daha ciddi bir şiir dili yarattığını söylemek mümkün. Dahası, bir öncekinde yüksek perdeden okunan şiirler bu kez biraz daha sessizleşmiş gibi…

Sessizlikten çok, fısıltılara, mırıltılara, ara seslere benziyor “Öte Geçeler”in tonu bana kalırsa. Tamamen sessizliğe ait bir şiir için yeryüzünü değil, uzayı anlatmak gerekir belki de. Yüksek perdeye, kreşendoya yanaşmayan şiirler yazmaya başlamam aslında yazım sürecinin kendisiyle ilgili. “Öte Geçeler”i şiiri teknik olarak daha çok yokladığım, daha dikkatli davrandığım, her kelimeyi tarttığım bir dönemde yazdım. Kelimelerin zaman aksı üzerindeki gidip gelişlerini merak eder olmuştum: Unutulan kelimeler, geride bırakılan kelimeler, korkulan kelimeler. Sakinliği, bir stil olarak aradım. Şiirin içeriğini besleyen sözlü kültür ve antropolojinin beraberinde getirdiği bir ses de var. Bir zamanlar görünür olan dünyanın artık işitilen sesi, boğuk, davudi, geriden gelen bir ses. “Yeni Cüret Çağı”ndaki gürültü ve kakofoni, sirk hissi şehirle ilgiliydi biraz. Şimdi yine şehre dönmek istiyorum, asıl mizahı o zaman yapacağım, ilk iki kitabımla kimlik konusu benim için kapandı, bir kimliksizlik üzerinden politik olanla dalga geçmek istediğim şiirler yazmak istiyorum. Beckett nihilizmiyle Tevfik Fikret’i birleştirmek mesela.

 

“Öte Geçeler”i bir bütün, tek bir metin gibi okumaya kalkışırsak, İsmet Zeki Eyüboğlu’nun veya muadili araştırmacıların “Anadolu” kültürüne dair aktardıklarının şiirsel anlatımı olduğunu söylerim ben. Bilmiyorum ne kadar doğru ama gerçekten “Öte Geçeler”in en önemli kahramanı Anadolu, bilhassa doğusu-güneydoğusu… Zaten kitabın geneline sirayet eden “mistik” yapıyı da sanki bu sağlıyor…

Çok doğru! İsmet Zeki Eyüboğlu’nun “Anadolu Büyüleri” ve “Cinsel Büyüler” kitaplarındaki bilgileri daha parçalı bir biçimde yeniden kullandığım oldu. Ayrıca İbn-i Haldun’un 1375 yılında bugünün Cezayir’inde bulunan Kalatu ibn Seleme kalesinde yazdığı “Mukaddime” isimli kitabı, “Öte Geçeler”in kaynaklarındandır. Kürt mitolojisi ya da Anadolu şiiri, özellikle Pir Sultan ve Karacaoğlan’ı da birer kaynak olarak sayabilirim. Fakat “Öte Geçeler”, aynı zamanda bir tür süper-şiir. Bu kavramı Ezra Pound ile James Joyce’un mektuplaşmalarında görmüştüm. Pound’a göre “Ulysses”, bir super-novel’di, tıpkı Pound’un kendi şiiri gibi, dünyanın tüm bilgisini yutmaya hazır, köklerden beslenip yan yana getirdiği birçok farklı öğeyle köksüzleşen, modern bir kitap, bir super-novel. “Öte Geçeler”de Yunan mitolojisi de mevcut, Pound sonrası Amerikan şiiri de, halk türküleri de, Huxley’nin materyalist mistisizmi de, David Bowie’nin okkült takıntılı “Station to Station” albümü de, post-punk gruplarının uzak ülkelere ve karanlık imgelere olan takıntısına benzer bir kaçış hissi de… Bu peşi sıra dizilen imgeleri toparlamak için gereken sistemliliğin kökleriyse, şiirin bir zamanlar her şeyin bilgisi olduğu metafizik dünyaya sıkı sıkıya bağlı. İnsanın dünyayı anlama atmosferiydi şiir. Mitoloji, bir toplumu düzenlemek için gereken tüm bilgileri kendi içerisinde taşıyabiliyordu. Bu düzenin bozulmasıyla birlikte artık biz o zamanın bilgisini “mistik” buluyoruz. “Öte Geçeler”, şiirin bir zamanlar her şeyin cevabı olduğu mirasa, mite ve antropolojiye saygıyla yaklaşıyor ve bu bilgileri tekrar somutlaştırmak istiyor.

 

Kitaptaki özellikle “Şeytan İzleri” şiirine özel bir bölüm ayırmak gerekiyor kanımca. Zira içinde üçüncü bir “anlatıcı”nın olduğu, hikâye-şiir denebilecek bir şiirden söz ediyoruz. Dahası biçimsel olarak da kitaptaki diğer şiirlerden ayrılan “mensur-şiir”in çağdaş bir karşılığı. Ki apostrofları saymazsak noktalama işaretinin bile olmadığı bir şiir bu.

“Şeytan İzleri”nde boşluğun kendisiyle ilgilendim. Şair nereye yazıyor, şu kağıda mı? Şiirin her bir öğesinin kağıt üzerindeki gerilimini anlamaya çalıştım: beyaz alan nasıl dolar, boşluğa izin var mı, kelimeleri dizer miyiz yoksa kelime, “bırakılmış” mı? Şiirde kelimelerin birliğini yeni baştan düzenlemek istiyordum, hikâyeme uygun bir görsellik arıyordum. Kağıda, şiire “bakma” haliyle yaklaşmak, bu gerilimi anlamaya çalışmak, boşluğu keşfedebilmek telaşlı bir çaba. Telaş, noktalama işaretlerini yutuyor, boşluğa ne söylesek, bir sayıklama gibi duyuluyor. Boşluk metaforu, şiirin içeriğiyle birebir alakalı.

“Şeytan İzleri”, bir “ele geçirilme” hikâyesi. Hikaye, annemin teyzesinin hikayesi; köyde çocukları artık evlenmiş bir kadın hamile kaldığını fark ediyor ve belli bir yaştan sonra hamile kalmak ayıp sayılacağı için samanlıkta bir sopayla kendini düşüğe zorluyor. Kadın oracıkta kan kaybından ölüyor. Bir de bu kadının şehre taşınmış kızı var, annesinin ölümü sırtında bir işçi, her sabah kalkıp fabrikaya gidiyor. “beni ele geçirebilmek için içimi mi akıttılar toprağa”, diye bir dize var şiirde. Annenin bir günah sayılan çocuğundan kurtulmak istemesi, içini boşaltmak istemesi, o korkunç boşluk için kendi canını vermesi.

 

Necatigil Kareler-Aklar’da boşluklar yaratıp, bunları okurun doldurmasını istemişti. Ayrıca kelimeleri biçimsel olarak öyle bir yerleştiriyordu ki, okur farklı onlarca şekilde okuyabiliyordu. Az evvel sözünü ettiğim noktalama işareti kullanmadan ve kimi yerde cümleyi bölerek yazış, hem tersine hem de Necatigil’le benzer biçimde okura yeni “okuma biçimleri” sunmak olarak görebilir miyiz…

Böylesi bir öyküyü başka nasıl anlatabilirdim ki? Tercüme edilemezlik, bağlamsızlık, olayın yükü ve şiddetini asla karşılayamayacak olan dil, bir imgeye dönüşen şu vahşi hayat. Dil, anlatmaya çalışırken kendi üzerine kilitleniyor ve öznel olanın sayıklamasına dönüşüyor. Bu başkalaşımı gerek işitsel, gerekse görsel olarak karşılayabilmek için “Şeytan İzleri”ni paramparça bir üslupla yazmak gerekiyordu. Yeni bir okuma biçimi sunmakla birlikte, okuyucusunu huzursuz edecek, maruz bırakacak, ahlaki yargı alanlarından çok bulanık izlenimlerin şiddetine yaklaştıracak bir şiir “Şeytan İzleri”.

 

Yine aynı şiirde “anlatıcı”nın varlığı, gerek kullandığı dil ve italik biçim ayırmaları ile aslında bir “hikâye”yi okuyoruz. Ki bunun biraz gerçeküstü olanını da ikinci kitap “Köpek Adam Şair”de de görüyoruz… Ne söylemek istersin?

“Köpek Adam Şair”, bir üst-bilinç şiiri. Kitabın ilk bölümünde kolektif birikime eğilmiş bir şiirin öznellik karşısındaki parçalı tavrını görüyoruz. Buğu içerisinde, “elleri boş, tekrarsız, yalnızlığa” sürüklenen uğursuz bir yokluk hissi bu, hem kendisi, hem de bir başkası olabiliyor. Öyle ki pek çok başka ses beliriyor: Geyiğin sesi, sevgilisini kaybetmiş aşığın sesi, büyücü sanılan kadının sesi. “Köpek Adam Şair” ise, bu deneyimimden edindiğim bilgiyi şimdiki zamana, kendi varlığıma taşıdığım bir uzun şiir, kendi sesimin şiiri. Ayrıca ilk kitabımla “Öte Geçeler” arasındaki bağı sağlayan şiir de yine Köpek Adam Şair. İlk kitaptaki sıçrama arayışının karşılığıydı “Öte Geçeler”. “Köpek Adam Şair”in buradaki görevi, bir üst benlik yaratmak, çaktırmadan “ben” olabilmek fakat yine de “başkası” olabilmenin elastikliğini koruyabilmektir. Şehirden çıkıp bahçeye taşınan, fakat bahçe’nin yapmalığından rahatsız olup, sürekli değişen, sabitlenmeyen bir alan arayan ve bu alanı,   yolda olmak olarak tanımlayan Köpek Adam Şair, aslında “Öte Geçeler”in ilk bölümünün nedenlerini ve öncüllerini sıralayan bir karakter. Köpek Adam Şair, şehri neden terk etti? Sanırım ilk kitabımdan sonra konunun dönüp dolaşıp yine sınıfsallığa gelmesi, sınıfsallıkla bu sefer bir şair olarak, edebiyat dünyasının içinde karşılaşmış olmamla ilgili, o dönem bana bir şeylerden kopma hissi yüklemişti. Yoksul aile evinden kaçıp “şair” olursam eğer, kendimi ilan etmiş de olurum sanıyordum. Dışarısının bu kadar hesaplı olduğunu daha önce fark etmemiş olmamla birleşen bir hayal kırıklığı. Tüm bu soğumaların bir tür karanlığa dönüştüğü anda “Öte Geçeler”i yazmaya başladım.

 

“Öte Geçeler”in sanırım en baştan beri altını çizmeye çalıştığım özelliği tıpkı Anadolu coğrafyası gibi “kadim” bir dile sahip olması. Kutsal kitaplarda ve destanlarda gördüğümüz…

Öte geçeler, eski bir kelime. Aslında birbirine yakın iki köyün arasına bir nehir, bir dağ, bir bilinmez giriyor ve karşı köy, bir diğerine öte geçe oluyor. Belirsiz, ölçülemez mesafelerle ilgileniyor yani bu kitap. Bu mesafelerden şimdiki zaman için, tam karşımızda duran için, şimdiki zamanın dili için bir infilak gücü toplamaya çalışıyor. Şeffaf, tül gibi oluşu “Öte Geçeler”in sürekli bir şeylere doğru uçmasına, uçuşmasına izin veriyor. Şair ve eleştirmen Dursun Göksu, “Öte Geçeler”i okuduktan sonra bana bir mektup yazmış, kitaptaki tartılı güzellik anlayışından ne kadar etkilendiğini yazmıştı. Benim Tanrı tasvirim de biraz böyledir: Yukarıda, aşağıda, her yerde, herkesi gören, her acı için üzülen fakat tüm kainatın üzüntüsüyle hiçbir şey yapamaz olmuş, benim hiçbir şey istemeyeceğim, bana hiçbir şey yapamayacak olan, fakat benimle de birebir olabilecek, ben ya da bir başkası olabilecek üzgün ve güzel bir Tanrı.

 

Birçok açıdan çağdaşın şairlerden ayrılmanı biraz da bu özgün – karakteristik dil sağlıyor. Bunu en başta tasarlayarak mı oturuyorsun, yoksa kendiliğinden mi gerçekleşiyor kimi zaman.

Her ikisi de. “Yeni Cüret Çağı’nda Rimbaudvari bir demoniklikle “ben”in şiiri vardı, şiirin tekniği de otobiyografi makinasına bağlamıştım çünkü kişinin koşulları ile özgürlüğü arasındaki gerilimi yazıyordum. Fakat yine de “Öte Geçeler”, çok daha öznel bir alandan yükseliyor. Öznel alan, şiir bilgisini teknikleştirmek için çekildiğim köşem oluyor. Şiirin kendisiyse netleşiyor, katılaşıyor, cismini gerçekleştiriyor. Uç noktadaki şair, çekildiği “öte geçe”den, o belirsiz mesafeden bağların, adlandırmaların, temsillerin uzağında kalarak bir sınırsızlık keşfediyor. Bu sınırsızlık hissi, şiirde nesnel karşılığını buluyor. “Öte Geçeler”deki çoğu şiiri bir yazıta kazırmış gibi yazdım. Böylesi bir iddia, beni çağdaşlarımdan ayırıyor olabilir.

 

Her zaman söylenegelen bir şeydir “edebiyatçıların kahin” oldukları meselesi. Kehanet demesek de öngörü itibariyle dünyada cereyan edecek birçok hadiseyi, önce romanlarda veya şiirlerde okumuşuzdur aslında. Sen de “Şeytan İzleri” şiirinde açıkça “anneler ülkeniz için kehanetlerim var sarılın oğullarınıza son kez” diyorsun. Ki yine coğrafyaya geliyoruz aslında, hakikaten bugünden geriye gittiğimizde oğullarının tabutlarına sarılan onlarca binlerce anne hatta oğullarının cenazesine bile sarılamayan yine yüzlerce anne var… Ne söylemek istersin?

“Yeni Cüret Çağı”nda sınıf ve cinselliği deşerken kimi zaman uyarıda bulunan bir ses yakalamışım, cüretkarlık gereği, parmak sallıyorum. O yaşta böyle bir şeye cesaret edebilmek, biraz da kahinlik işi. Yaşamdan kendisi dışında hiçbir şeye benzemeyen bir bilgi, bir sezi çıkarabilmek mümkün. Ben kahinliği böyle algılıyorum. Pasolini, öldürülmeden önceki son söyleşisinde, “hepimiz tehlikedeyiz”, demişti. Evet, tehlikedeyiz ve bu tehlike, ben de bir tür uzaklaşma duygusu, sessiz bir nefret duygusu yaratıyor. “Öte Geçeler”deki ölüler, tarihsel devamlılık için birer sayıya, veriye dönüştürülen, artık olarak görülen bir zamanın yaşayanları. Erk, ölüleri sayılara, etiketlere, kategorilere ayırırken yaşayanlar ölümden bahsetmeye çalışır. Ölümlerin ardından biz yalnızca hayıflanma/ kızgınlık gibi çok dünyevi tepkiler verebiliyoruz. “Yeni Cüret Çağı”ndaki politik şiiri biraz da bu yüzden geride bırakmak istedim. Hepimizin tehlikesi, bana kalırsa, bu ölümlerin peşi sıra yaşantımızı sürdürebilmek için geliştirdiğimiz hayatta kalma dilinin bizzat kendisi. Şiirin çıkmazı da burada başlıyor. Şiir sessize, sesi bastırılana, ölmüş olana bir kurtarıcı olarak yaklaşabilir mi? Bana kalırsa şiire böyle bir anlam yüklemek, ölüme içeriden tanıklık etmek demektir, bunu yapabileceğimizi söylemek ne kadar gerçekçi olacak? Ama en azından şiir ve edebiyat insanlığın talihsizliğine, felaketine, tedirginliğine ortak olmayı deneyebiliyor. Walter Benjamin, söz hakkı belki de ölülerdedir, diyordu. Benjamin hakim olanın zaferini sorgularken geçmişin enkazlarına bakıyordu. Şairin de bu enkaza yaklaşması, ölümün kendisini birebir anlatamasa bile, bu imkânsızlığı sahiplenmesi gerektiğini düşünüyorum. “Öte Geçeler”deki tanıklık, bir tür donma hali. Ölüm karşısındaki tanıklık haline çok yakın bir hal. Şu an bendeki hal de bu.

 

IAN Edebiyat, Eylül 2015.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr