Bugün (23. 09. 2011: yaşasın gün-gece eşitliği!) CERN’de Fizikçiler ışık hızını aşmaktan söz açıyorlar: Spekülasyon ya da değil, bunu konuşuyor olmak, günümüzde hız konusundaki ölçütlerin, sınırların hangi boyutlarda zorlandığını apaçık gösteriyor. Söz konusu karayolu ise 160 km/h hâlâ fena hız değil. Adamın nefesini kesebilir. Kişiye bağlı. Kendimi bir “hızsever” olarak adlandıramam, “dinginlik”, “yavaşlık”, “sükûnet” benim aradığım daha çok. Ergenlikten bir sahne anımsıyorum: Kırmızı bir Ford Granada’nın arka koltuğunda gitar çalar şarkı söylerken, üstümüzde kıvrılan köprülerin altından 160 km’yle geçtiğimizi yarıştığımız arabanın hız kesmemesinden anlamıştım: şoför koltuğunda oturan, hepimiz gibi alkollü arkadaşım da yardımcı oldu tabii, gaza basarak, sağolsun. Biz severiz böyle lafları: “Hadi, gazla!”. “Amma ağır kanlı adamsın!”larla büyümedik mi, sonuçta? Hızsever olmadımsa da, hız yapmadığım anlamına gelmemeli bu, kaza da yaptım çok, hep insan kazası, ehliyetim yok, araba kullanmadım, meraklı değildim hiç. Bu rotayla bir karakter tahlili yapılacaksa, Türk Şiiri için hız uyarısında bulunmak, bir “aura” belirlemek açısından bu tür bir adlandırmanın güzelce bir uyarı işareti olduğunu da düşünüyorum: 160’ı aşarsan bu görece bir hız artışı, 160’ın altında seyrediyorsan bu da senin bileceğin iş. Direksiyon hâkimiyetini kaybetmedikten sonra bir sorun yok. Öte yandan şunu da değerlendirmek gerekir: Klasik müzik konserlerinde bis bir gelenektir, seyircinin beklentisi ile solistin hazırlığı bis’te buluşursa bir tür sürprize tanık olunur. Hız da yavaşlık da bir virtüözlük ister. Biz bis’te ne çalacağımızı henüz bilmiyoruz. Güzellik burda. Bu bir hız denemesi değil, bana göre, yol meselesi, havalanmayacaksak, camları açar, havadar, yeryüzüne temas etmekten caymayız. Çelişkiyse çelişki: gözlerimizi yoldan ayırmayalım.