Söyleşi: Erhan Altan – Murat Çelik
1) “Geleneği başkaldırarak reddetmiyor, saygıyla aşıyor.” Bu çerçeveden bakarsak deneysel şiiri üçüncü yeni ve aynı zamanda bir ilk olarak değerlendiriyorsunuz. Şiir tarihimiz ‘putları yıkmak’ üzerine kurulu. Yenilik algımız böyleyken deneysel şiir ile ilgili şöyle bir düşünce geliştirilebilir mi: ‘Hazır olandan kotarım’. Yani temel ikinci yeni ve ikinci yeniyi çeşitli dil oyunları, deformasyonlar, eksiltmeler, sıçramalar yaparak dönüştürmek. Buradan şu soruları sormak istiyorum:
– Bir şey yıkılmadan, düşürülmeden, devrilmeden aşılabilir mi?
Bir şiiri aşmak, o şiirin, bilerek veya bilmeyerek koruduğu sınırlarının ötesine geçmek demek. Yıkılan bir şey pek yok ortada gibi ama var aslında. Yıkım duygusuna, bu sınır aşımlarıyla birlikte (toplumun geniş kesimlerince paylaşılan) uzlaşımların eski geçerliliklerini yitirmeleri, bu yitimlerle birlikte de (içinde kendimizin de yer aldığı) bir dünyanın yitip gittiği algısı yol açıyor. Bu algıyı, şairlerin tutumları da etkiliyor. Eski dönemi direkt karşılarına alarak saldırmaları ve onun anakronikliğine ikna etmeye çalışmaları durumunda yıkım duygusu daha güçlü hissedilir oluyor. Oysa yitip gidenin yerine hep bir yenisi geliyor, her yeni dönem kendi gramerini, uzlaşımını oluşturuyor. Yıkım duygusu, yeni’ye sokulmaktaki bizim kendi isteksizliğimiz de demek.
İkinci Yeni’nin şairleri, şiirsel eylemleriyle aştıkları Garip şiirini sığ bulduklarını söyleyerek, eylemlerini söylemle de ifade ettiler. Sıfırlı yıllar şiiri ise İkinci Yeni’yi hemen hemen hiç eleştirmedi, ama aynı İkinci Yeni’nin Garip’e yaptığını yapıp onu aştı. Yani eylem vardı, ama karşı söylem yoktu. Dolayısıyla yıkılmadan aşılmış gibi oldu ama tabii hiç böyle değil, basbayağı yıkıldı.
Diğer yandan yıkılmak ne demek ki? Garip, İkinci Yeni saldırdı diye yıkıldı mı yani? Yoo, tarihteki yerinde sapasağlam duruyor. Ondan öncekilerin de durdukları gibi… Yıkılmak belki, sadece güncelin hassasiyetlerini en iyi yakalayabilen dil olmaktan çıkmak anlamında… Dolayısıyla klasikleşerek etki çapının küçülmesi.
– Deformasyon, eksiltme, yapıbozum gibi biçimsel uygulamalar bir tür şiiriçi yıkım sayılmaz mı?
Öncelikle şiiriçi yıkımlar tabii. Ancak yıkılanlar, kitlelere mal olmuş ya da dile dair uzlaşımlar olduğu durumda aynı zamanda şiir ötesi bir yıkım olabilirler. Aruz-hece tartışmasının nasıl da siyasi bir faktör haline geldiğini Ölçü Kaçarken’de göstermeye çalıştım. Modern şiirlerdeki dilsel deformasyonların nasıl birçok kişiyi kızdırdığına, hatta saldırganlaştırdığına kendim şahit oldum. Şiirin içi-dışı pek yok galiba. :)
– Neden ikinci yeniyi aşmak? Neden doksan ya da seksen kuşağı değil?
Seksen ya da doksan kuşağı İkinci Yeni’yi aşmadığı için.
2) “Lirik Özne” kavramını açabilir misiniz?
Lirik özne, yüzyıl başında geliştirilmiş, şiiri incelerken biyografik bakıştan kurtulmaya, şiirde konuşanla yazarı ayırt etmeye, daha doğrusu karıştırılmasını engellemeye çalışan bir kavram. Şairler böyle yapıyorlar, yani bir Pinokyo yaratıyorlar demek istemiyorum. Ama iş ona varıyor. Kendi ben’lerinden yola çıkıyorlar çoğu kez, ama o ben, şiirin içine yerleşip şiirin öğeleriyle ilişkiye geçtikçe, hele hele şairin diğer şiirleriyle, diğer şairlerle ve geçmiş şiirlerle ilişkiye geçtikçe yazarının kişiliğinden bağımsızlaşmaya ve dönemi daha da yansıtır nitelikler edinmeye başlıyor. Bu durumun, şiir tarihimize bir süreç olarak bakarken işime yaradığını fark ettim.
– “biyografik bakıştan kurtulmak” sağlıklı bir yöntem değil bence. Mesela Ömer Şişman’ın Bitkiben’deki “İpeksi”şiirini (altyapısında bir hikâye, bir yaşanmışlık olan şiirleri) nasıl inceleyeceğiz? (Tabii her şiir de incelenmez diyebilirsiniz.)
Peki, nasıl inceleyeceğiz? Bir yanımıza şiiri diğer yanımıza Ömer Şişman’ı alıp ikisini karşılaştırıp bir sonuca mı varmaya çalışacağız? O zaman bütün şiirler şairlerinin fiziksel varlıklarında tamamlanırdı ve okumalarımız da şiirlerle birlikte şairlerini de aynı paket içinde almadıkça hep yarım kalırdı. Daha da kötüsü şiiri şairsiz düşünmenin önüne engel konmuş olurdu.
Hadi diyelim ki Nâzım Hikmet, Orhan Veli Kanık, Friederike Mayröcker gibi şairlerden oluşan özel bir grup var. Şiirlerin bizi bu şairlerin biyografilerine götürmeleri ister istemez onların özel hayatlarının tutarlılıkları-tutarsızlıkları konusunda düşünmeye iterdi ki, bunun sonucunda da şiirlerin hakiki veya içtenliksiz oldukları gibi bir tartışmanın ortasında bulurduk kendimizi. Bu da sanatla uğraşırken düşülecek temel hatalardan biri olurdu. Çünkü şiir, gerçekliğin temsiline en çok yüklendiği yapıtlarda dahi, hedeflediğinin dışında bir yere, gerçekliğin fethinin olanaksızlığına varır. Çevirisine katkıda bulunduğum tutanak buna iyi bir örnek.
3) Heves’in 24. sayısında Ali Özgür Özkarcı, “Günümüzde şiirin politikaya değdiği nokta, vicdanın şiirleştiği noktadır.” diyor. Deneysel şiir ve politika (ya da iktidar) ile ilgili ne düşünüyorsunuz? (Sıfırlı yıllardaki hükümeti ve siyaseti de gözetirsek.)
Modern şiirimiz siyasi bir itkiyle doğar ve sonrasında da adımlarını uzun bir süre siyasi atılımlarla yapar. Ancak aynı bu tarihe paralel giden bir de şiirimizin siyaset tarafından kullanılma tarihi vardır. Şiirde politika denince beni korkutan da bu. Şiir, siyasetin şiiri araçsallaştırdığı yerde şiirin de siyaseti araçsallaştırdığı, yani siyaset-sanat birlikteliğinin her iki tarafının da kendi iç gereksinimlerine ters düşmediği durumlarda kalıcı olabilmiştir.
Hükümeti düşünerek şiir düşünemem, bu bana şiir için dar bir alan gibi geliyor, ancak Gezi direnişi ile sıfırlı yıllar şiiri arasındaki ilişkiyi görebildiğim kadarıyla Kitap-lık dergisinin Ocak sayısına yazdım. Şiirin ve direnişin oluşum ve organizasyonu birbirine çok benziyordu. Gezi’nin merkezsiz bir hareket oluşu, çokparçalılığı, merkezi talepler içinde olmayışı, iktidar gerçekliğini demonte etmesi yeni şiirde lirik öznenin çözülme içinde bulunuşu, bütünün parçalara ayrışıyor oluşu, olumsuzun reddi üzerinden söylem geliştirmesi, gerçekliğin demontajı birbirlerine çok benziyordu. Ayrıca her ikisi de birer açık yapıttı ve hayat-sanat buluşmasına örnekti.
– “Parçalı Ham’ın Öngördükleri” :) Artık “büyük şiiri” parçalarda mı bulacağız, insanların ezberleyeceği değil de gözlerinin önünde canlandırabileceği –daha somut- şiirler mi yazılacak? Mesela Parçalı Ham’daki “{ Biz [ İstanbul’da birisinin cep telefonu numarasını ( o aradığında ) tanıyıp açmak için değil, ( tanıyıp ) açmamak için ] kaydederiz }” parça’sı böyle benim için.
Bunu bilmek kehanete girer. Ancak dikkatin parçaya yönelmesi yeni bir durum değil. Bu, İkinci Yeni’den beri gelen bir süreç. Ancak parçalanmayı yaşadıkça bütüne de bir gereksinim doğuyor tabii.
4) “Sözcüğün deformasyonuyla bir anlamda sıfır noktasına inildi.” Bir krizden söz ediyorsunuz, bu kriz nasıl aşılabilir size göre? Şairler grafik-tasarım programları mı öğrenmeli, görsel ve somut şiirle daha çok mu ilgilenmeli. Ya da mesela İlhan Berk okumalarıyla, etkileşimleriyle içinden çıkılabilir mi bu krizin?
Kriz nasıl aşılır? Bu sorunun yanıtını bilseydim şimdi şiir yazıyor olurdum. :) Bildiğim, krizin her zaman için fırsat demek olduğu. Başka ülkelerin şiirlerini, başka sanat dallarının yapıtlarını ve çeşitli bilim alanlarındaki gelişmeleri izlemenin insana bol miktarda baştan çıkarıcı fikir vereceğini, böyle etkilenmelerin sonucunda da kişinin zaten bir yerden bir yere gelmiş olacağını düşünüyorum. Gerisi kendiliğinden gelir herhalde… Geçmiş şiirin krizden çıkaracağını sanmıyorum ama bu sadece benim bir sanmayışım, yoksa bilemem, hiç şair olmadım.
5) Murat Üstübal Huyname’de “bir yere varmamak”ı yazmış, fiillerde zaman ve şahıs eklerini çok fazla kullanmadığından belki. Üstübal üzerinden “anlamsızlığı / çok anlamlıyı” izah eder misiniz?
Huyname’de sözcükler bir anlama sabitlenmek yerine adeta bir geçiş yeri oluşturuyorlar. Bu durum görece bağlayıcı bir anlam oluşumunu engelliyor. Sonuç, eğer belli bir okuma anından bakılırsa, keyfi ve her okumada değişen bir anlam demektir. Böylesi anlık ve gözlemlenmesi zor bir anlama istenirse çokanlamlılık, istenirse de anlamsızlık denebilir. Burada önemli olan Üstübal’ın bu anlamsızlık haline fiil eksikliği ile ulaşması.
6) Ömer Şişman neredeyse bütün şiirlerinde farklı teknikler kullanmış. “Yeni bir teknik bulamadığında şiir yazmayacak mı?” sorusu geliyor akla. “Buluşlar ve Şiir” konusunda ne düşünüyorsunuz?
Hata Devam Ediyor’da bu dediğin durum özellikle bariz. Bir yandan şiirini arayan genç bir şairin kendine büyük bir teknikler repertuarını yaratışını, diğer yandan da bunu yaparken sıfırlı yıllar şiirine geniş bir yelpaze sunuşunu gösteriyor. Bitkiben, yine farklı tekniklerle konuşsa da, bu arayışın görece sakinleştiği bir kitap, böyle olması da doğal, sürekli farklı teknikler bulup kullanmak ilelebet olanaklı değil çünkü biçimsel araçların da bir sınırı var. Sıfırlı yıllara, şiire yeni dillerin, ifade olanaklarının katıldığı yıllar olarak da bakabiliriz. Şimdi, onlu yıllar, bu yeni olanaklardan geniş bir biçimde yararlanmanın yılları belki de. Yani Ömer Şisman’la ilgili sorduğun sorunun yanıtı oldukça dönemsel belki de.
7) Mehmet Öztek şiirinde baskın olan şey ironi ya da nükte sizin deyişinizle. Öztek’i ve şu an yazılan şiiri düşünürsek mizahçıl / ironik / komik şiirler de deneysel’in başlığı altında değerlendirilemez mi?
Mehmet Davul Özdal var örneğin, ne yaptığı üzerinde düşünülmesi gereken bir şair. Özellikle Gezi direnişi sırasında kullanılan nükte, sadece deneysel şiirin yaptığı demontajı başka bir düzlemde yapmıyordu, aynı zamanda dönem şiirindeki nükteyle de benzerlik gösteriyordu. Dolayısıyla onlu yıllarda şiirin bu anlamda alt-kültürle buluşması da beklenti ufkumuza girebilir.
8) Sıfırlı Yıllarda Şiirimizde Deney/im II olacak mı? Mustafa Irgat, Bülent Keçeli, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Anita Sezgener, Cem Kurtuluş, Barış Özgür vs. daha yazılacak çok şair / kitap yok mu? :)
Bu adların bazılarına önsözde yer verdim en azından ama yetersiz tabii. Şimdi Garip üzerine düşünüyorum, bir Garip kitabı yapmak istiyorum. Sonrasında hangi rüzgâra kapılırım, bir rüzgâra kapılır mıyım ben de bilmiyorum.
Sompla Ka, sayı 005, Mart 2014.