İki mahpus hakkındaki hikâyeyi

daha önce duymuştum, aynı

hücrede iki kişi ve biri

diğerine bir dil öğretiyor.

 

Öğrenci olan sıkı çalışıyor, günler boyunca—

yapacak başka nesi var?

—yıllar boyunca çalışıyorlar,

hapisten çıkış saatini bekleyerek.

 

İsimleri, halleri ve cinsleri, emir kiplerinin

ve fiil çekimlerinin kurallarını ele alıyorlar,

fakat cezasının sonuna doğru öğretmen olan

birden ölüyor ve yalnızca öğrenci

geri çıkıyor kapıdan özgür

dünyaya. Akıcı ve umut dolu yeni

dilinin kullanıldığı ülkeye gidiyor.

 

Ancak vardığında bakıyor ki

konuştuğu dil orada konuşulan dil

değil. Öğrendiği dil, tek bir kişinin daha

—hücre arkadaşı ve öğretmeninin, yaratıcısının

bildiği başka bir dilmiş.

 

                                      Ve sonra geçen

akşam, bu hikâyeyi tekrar anlattılar.

Bu kez öğretmen Gombrowicz, öğrenci

karısıydı. Kadının hayali Lehçe öğrenmekmiş ve

Gombrowicz ona, saatler boyunca, yıllarca durmadan,

varolmayan ve hiçbir zaman

varolmamış bir Lehçe öğretmeye

heveslenmiş.

 

                                      Hikâyeyi anlatan

adam sevgilisiyle evlenmek istiyordu.

İkisi yatakta kitap okumaya bayılıyor ve aralarında

üç dil kullanarak anlaşıyorlardı.

Gülüyorlardı—Gombrowicz’e mi, karısına mı, tam

belli değil, kendilerinin de güldükleri

şeyi bildiklerinden emin değilim.

 

Adamın bu hikâyeyi neden anlattığını

merak ettim ve kavrayışın oynadığı

oyunları düşündüm. Bir bulut görünmez

olduğunda bir baş sallama veya sessizlik,

tekrar baş sallama, onay mı—değil mi,

ve ikisi de, tamamen aynı boş gökyüzünde,

iki ayrı yönü gösteriyor.

 

                          Öyle olsa bile bu hikâyede

başka bir şey vardı, bir hayvana bir

cambazlık öğretmek gibi—dört ayaklı

bir hayvan iki ayağı üstünde zıplayabilir

veya iki ayaklı bir hayvan dört

ayak üstüne düşebilir.

 

                                      Sonra,

düşük yapmayı hatırladım ve daha öncesinde

aylarca bekleyişi: içi parlak şekillerle dolu

sepetler gibi, hayal gücü coşuyor.

Ve sonrasında gelen şey:

hiç olmayan olay, yanlış anlaşılan düşünce,

aleve tutulmuş bir kumaş artığı, geleceğin

üstüne katlanan devasa şimdi,

tıpkı bir kum zerresini

yalayıp geçen bir dalga gibi.

 

                                     Bir zamanlar

bildiğim bir söylence vardı, biri yalnızca hakikati

diğeriyse yalnızca yalanları söylemesine

rağmen aralarında özel bir dil paylaşan

ikizler hakkında.

                                      Kurtarıcının

kafası ihanet edenle karışırmış, ama ihanet eden

kararlı kalırmış bir tanrıymışçasına.

 

Bütün gece yağmur yağar durur ötede beride

ve düş görür veya boğulur hayvanlar inlerinde.

 

Çeviren: Ahmet Güntan.

Kaynak: Poetry, Temmuz/Ağustos 2011

 

 

Susan Stewart (1952). Pennsylvania Üniversitesi’nde yaptığı bir söyleşide, şair olarak öncelikli hedefinin “insanları daha yavaş okumaya ve sonra tekrar okumaya ve bütün kitabı okumaya ve sonra kitabın başına dönmeye ve bağlantıları görmeye isteklendirme” olduğunu söyledi. Yazdıkları şaşırtıcı bir biçimde açık olabiliyor, yine de -MacArthur Vakfı’nda “Yaratıcı Deha Ödülü” Stewart’a verilirken nitelendiği gibi- “çoğunlukla tanıdık ve aklıselim olarak bildiğimiz şeyleri tuhaf ve kafa karıştıran bir hale” getiriyor. Şiir kitaplarından bazıları Kızıl Gezgin (Red Rover, 2008), Orman (The Forest, 1995), Güvercinlik (Columbarium, 2003, Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü). Ortaklaşa yaptığı Euripides ve Scipione çevirileri vardır. Biçim, kültür, estetik, temsil ve şiir hakkında eleştirel inceleme kitapları vardır: Yazmanın Suçları (Crimes of Writing), Saçma (Nonsense), Açık Stüdyo (The Open Studio) ve Şiir ve Duyuların Kaderi (Poetry and the Fate of Senses, Christian Gauss ve Truman Capote edebiyat eleştiri ödülleri – 2002).

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr