çene.   

 

x Z’den ayrılalı tam 36 gün oldu. Ayrılırken bir Türk filmi sahnesi yaratmayacağıma dair kendime söz verdiğim için gençliğimde bizlere adeta birer “duygu estetiği” dersi veren Claude Sautet filmlerindeki gibi davrandım, o daha yatakta uyurken, biri ayak parmaklarının arasına diğeri diş fırçasının kılları arasına küçücük iki çiçek bırakarak sabah erkenden evden çıktım. Güneş yeni doğuyordu, yeni şeyler ruhu her zaman şenlendirir. Arabayla yol almak da öyle. Yol boyunca gözümün önüne nedense hep aynı hareketli resim geldi: deniz kıyısındayız, Z önümden yürüyor, ben ondan iki adım gerideyim, o kadar âşığım ki beni iki adımcık geride bıraktığı için kalbim kırılıyor, sanki artık beni sevmiyor, artık beni istemiyor. Ben böyle düşünürken Z hiç arkasına dönmeden, başını ya da vücudunu bana doğru ufacık bir açıyla bile olsun çevirmeden, benim tarafıma düşen sağ kolunu geriye doğru uzatarak, sanki duygularımı duymuş gibi eliyle “gel… elimi tut” işareti yapıyor, sol elimle uzattığı eli tutuyorum, elim onun kocaman ellerinde yerini buluyor, yanına geleceğimden yani aşkımdan bu kadar emin olmasıyla vücudumda dolaşan endişe suyu birden buharlaşıp yok oluyor, dünyanın gelecekten en umutlu insanı olarak beni yanına çekmesine izin veriyorum, duygusal mazoyum ben, tam yanına geldiğimde kolunu omzuma atarak beni kendine çekiyor, aşk ne güzel şey, ama bir dakika, araba kullanırken yolun üstünde birkaç kez tekrar eden bu hareketli resmin kahramanı Z değil ilk sevgilim olmalı. Boş ver, ne fark eder, sonuçta Z bütün sevgililerimin hatta kendime sevgili olarak beğendiğim bütün erkeklerin başarılı bir kolajı değil mi? Hannah Höch bile bir kolajda Z’deki duygu derinliğini yakalayamazdı. Yaratıcılığa inanmadığımı söylediğimde Z bana kızardı. “Seni her şeye karşı güçlü kılan tek şeye nasıl inanmazsın, yan yana getirmeyi bu kadar iyi becermeseydin 17 yaşını sağ atlatamazdın” derdi. Z’yi özleyeceğim kesin. Bunu bilerek gidiyorum yazı köyde geçirmeye.

 

x Çok şişmandı. Çardağın altında epeydir oturduğu masanın üstü içindekiler yenmiş bir sürü tabakla doluydu. Masada duran içki şişesi neredeyse boşalmıştı. İçini sımsıkı doldurduğu plastik sandalyede, ben onu seyretmeye başladığımdan bu yana, hiç kıpırdamadan oturuyordu. Sandalyenin ayakları taşıdığı ağırlıktan içe doğru bel vermişti. Mevcut anın içinde amaçsızca kaybolmuştu, görünen oydu. Ne yapacağını bilmeyi bırak, bilse bile “yapma” iradesini nereden bulacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Keşke bir hayvan olsaydı, o zaman onu mevcut durumdan çıkaracak zihinsel bir faaliyet bulma güdüsüne sahip olmayacağı için, içinde bulunduğu anın getirdiği büyük boşluktan endişe duymayacaktı. Endişe duymadığı için o masaya, masanın üstünde yayılan beş altı tabak oyalayıcı yemeğe, içkiye de ihtiyaç duymayacaktı. Aslında hiçbir şey düşünmediği her halinden belli oluyordu. Kendini tamamen o kara duyguya teslim etmiş, hissettiği tek şey olan o büyük eksikliğin içinde kaybolmuştu. Şişman kalçaları plastik sandalyenin ara boşluklarından büyük şişkinlik torbaları halinde dışarı sarkıyordu. Ayakları, vücudundan ayrı birer organ gibi, bileklerinden başlayan bir şişlikle, ters çevrilerek ağzı yere doğru döndürülmüş büyük birer saksı gibi yeri tutuyordu. Çirkinlik artık onun itiraz edeceği, ötelemek için savaşacağı bir şey olmaktan çıkmıştı. Her şeyi olduğu gibi kabul etmişti. Kimse ona bakmıyordu. Herkes onu görüyor ama bakmıyordu. Ona acıyacağımız, gidip onu bu durumdan kurtaracak hamleleri gerçekleştirme isteği duyacağımız noktayı çoktan geçmişti. Onun hakkında böyle şeyler düşünmekten ne kadar utansak da bizde uyandırdığı tiksinti apaçıktı. İnsanın vücudunu bu kadar safdışı bıraktığı bir duruma her zaman rastlamıyorduk. Gidip sarılamazdık, “Yapma” diyemezdik, ona kendini iyi hissedeceği bir iyilik yapamazdık, o nokta geride kalmıştı. Sırtı bana yarı dönük oturuyordu, onu özgürce seyredebiliyordum. Bunları böyle açık açık düşündüğüm için insanlığımdan utanıyordum, sonra yavaşça düşüncelerimden sıyrıldım, dikkatim şişman çirkin adamın bedeninden koparak biraz daha geniş bir alana yayıldı, kulaklarım açıldı, işte o zaman masasının üstündeki taşınabilir hoparlöründen dinlediği müziği duydum: Senin bebeğin olduğumu / Söyle bana / Beni hiçbir zaman bırakmayacağını / Söyle bana / Sonsuza dek öpeceğini / Beni sevdiğini / Fısılda bana / Beni hiçbir zaman bırakmayacağını / Benim ol / Her zaman / Ben de sonsuza kadar senin… Biri sana söylüyormuş gibi dinliyorsun bu şarkıyı, insan olmak çok zor, ağlattın beni şişko.

 

x Maskeyle dolaşıyoruz. Maskeyle dolaşanlar maskeyle dolaşmayan büyük çoğunluğun hayata duyduğu kopmaz bağlılığa kızgın. Büyük bir sıkı düzen duygusuyla sarıldıkları “Hayatı Eve Sığar” tezleri aldırmazların şenliği karşısında onları yeterince avutamıyor, tezler karşı tarafın isterisi yanında moral sağlamayacak kadar cılız kalıyor. O yüzden avunamamanın telafisi olarak herkes birbirine devamlı bir sürü “yaklaşan felaket” hikâyesi anlatıyor. Sabah başlayan gün, akşama kadar süren, alt alta toplandığında senaryosu gerçeküstücü bir tanrı tarafından yazılmış hissi veren, karmakarışık hamlelerle dolu bir video oyunu gibi. Köyün bulunduğu dağ eteğinin biraz yukarısında başlayan köy ormanı, bir inşaatta kaynak yapılırken çıkan kıvılcımların yol açtığı yangında yanıyor. Her yerde inşaat var. Her  yer  de… Sağdaki inşaat soldaki inşaatla yarışıyor. Evlerin önünden sabahın çok erken saatlerinde geçmeye başlayan iş makineleri yol boyunca dizilmiş çam ağaçlarının alt dallarını çoktan kırdı, üst dallarının kabuklarını sıyırıp aldı. Yaralanmış kabukları salgıladığı sakızla kendi kendine iyileştiren çam ağacına ancak bir iki kişi vakit bulup hayranlık duyuyor. Herkes meşgul. Yörede çam efsanelerini artık kimse anlatmıyor, çam ağaçlarını artık yalnızca yaşlılar dikiyor. İş makineleri gün boyu hareket etmekle lanetlenmiş acımasız aç canavarlar gibi aramızda bağıra bağıra dolaşıyor. Ağaçlar kediler gibi kuytu bir yere kaçamadıkları, aldıkları yaraları kahramanca göğüslemek zorunda oldukları için yaradılışlarındaki bu kaçamazlığa lanet ediyorlar. Yol boyunca uzanan asırlık meşelerin yola uzanan kalın dalları yoldan geçen kamyonlara değdiği için değil, yalnızca birkaç yıla değme ihtimali taşıdığı için çatır çatır kesildi, ağaçların bir yarısı ortadan kaldırıldı. Orman yangınını söndürmek için tepemizde uçan helikopterler uzun bir zincirin ucuna asılı top şeklinde su tankları taşıyor. Bu büyük tankları deniz suyuyla doldurup yanan ormanın üstüne boşaltıyorlar. Çeşmelerden yirmi gündür su akmıyor. Baraj kurumuş. Susuzluğa karşı tedbir almak için çeşmelerimizden akan son damla suyun da bitmesini bekleyen yetkililer şimdi yeni bir kaynak bulmak gerektiğini söylüyorlar. Susuzluk birkaç ay daha sürebilirmiş. İş makineleri çok mutlu çünkü onların çoğunlukta olduğu metalik ses korosuna helikopterlerden sonra şimdi de evlere su taşıyan tankerler katıldı. Z, neredesin? O kadar çaresizim ki… İnsanlar kuzeyden, İstanbul’dan büyük bir araba sürüsü halinde geldiler. İstanbullular burada kalacakları belirli süre içinde maksimum tadı, maksimum lezzeti, maksimum eğlenceyi optimum bir enerji sarfıyla nasıl tüketebiliriz sorusunun cevabını hiç yanlışsız hemen bulabilen hesabı kuvvetli bir kavim… Kıyılarda koşturup duruyorlar. Onlara kızamıyorum. İçimden “İşte Nietzsche’nin kahramanları” diyorum, yaşamsallığın kutsal takipçileri. Bizler “maskeliler”iz, mantık hapishanelerinde masal anlatanlar. Nietzsche’sel yaşam kaynağından ab-ı hayat içmeyenler… Otomobilin camını açtığımda içeri havayla birlikte hafif bir anason kokusu da giriyor, eğlencenin kazandığı zaferin havada uçuşan zerrecikleri o koku. Kurulu şenlik sofralarının hemen ötesinde iş makinelerinin başrolde oynadığı bir Fellini filmi… İşte şenliğe su taşıyan tankerlerden biri daha geçti… Biraz yukarıda, virüs yüzünden karantinaya alınmış köyün kuzeyinde, yeni yanmaya başlayan bir orman daha… Üstümüzde uçan helikopterler… Kazara kulak verdiğinde ise sigaradan sesi sertleşmiş bir siyasetçi televizyonlardan herkesi tehdit ediyor: “Bu soruyu soran gafiller süngüleri düşmüş, sadakatleri erimiş mağlup ve mankurtlardan başkası değildir. Vatan müdafaasının sınır hattı misak-ı milli haritasının son eşiğinden başlayacaktır.” İçinde bulunduğumuz kaotik günlük savaşın dışında, galiba bir de benim buradan göremediğim başka bir savaşın içindeyiz milletçe. Şu an bulunduğum kıyıda, az ötemde, mülteciler şişme bota binmeye başladılar. Ayağa kalktım, dağa doğru baktım, yangının çıkardığı sarı dumanlar henüz hız kesmemişti, döndüm, mültecilere doğru yürüyorum. Karşı adada bulunan başka bir ülkeye iltica etmek için bindikleri bota iltica edeceğim. Hayır, karşıdaki ülkeye iltica etmek değil, anlamadınız, ben o botun kendisine iltica etmek istiyorum, iltica etme durumuna iltica… Z, neredesin? Niye ayrıldık?

 

x Mülteci botunu görüyorum. Kıyıdan ayrılmış. “Yüzerek yetişirim” diye düşünüyorum, üstümdekileri çıkararak denize giriyorum. Hızla yüzerek mülteci botuna yetişmeye çalışıyorum. Başım suyun içindeyken gözlerimi açıyorum, günlerdir her denize girişimde karşıma çıkan pembe kambur yunus işte yine orada, kuyruğunu sanki bana el sallarmış gibi oynatıyor, sallayabilir, yunusların dünyanın en zeki on hayvanından biri olduğunu biliyorum. “Hoşçakal Pembiş” diyorum. “Bize açtığınız bu savaşta ben sizin tarafınızdayım, seni ta Hong Kong’tan buraya atan kuvvetli akıntı bakalım beni nereye atacak?” Onlara ülke sınırları yok, suyun içinde kolayca iltica ediyorlar. Bota yetişiyorum, biri beni elimden tutarak bota çekiyor. “Where have you been ya Mr. Ahmed?” diyor, a aa, Aldul Wasay bu, Abdul Wasay Aqueel, otuz üç yıldır görmediğim Hintli arkadaşım. Onu en son Cidde’de görmüştüm. Elini uzatıp beni bota çekiyor. Yunanlı sahil korumalar denizdeki teknelerinden bize geri dön çağrısı yapıyor. “Ben dönmem, ben Pembişlerdenim, bize karşı açılan savaşta ben Pembişlerden yanayım, artık bu botta yaşayacağım” diye bağırıyorum. Abdul Wasay “You cannot do that ya Mr. Ahmed” diyor. “It will be too tough for you.” “Hayır” diyorum. “Hayır Abdul Wasay… O zaman sen niye bu bottasın? Haydarabad’dan Cidde’ye, ben görmeyeli kim bilir nerelere, şimdi bak buradasın, karşı adaya geçiyorsun. Pembe Yunus ta Hint-Pasifiği’nden buralara neden gelmiş? Ben de mecburum. Karada tekrar dönmek istemediğim bir Ahmet Olma Durumu var, benim böyle bir kaderim var, zorluyor beni, neler oluyor görmüyor musun, bu savaşın içinde böyle devam edemem, Ahmet Olma Durumunu değiştirmem lazım, bu kesin, beni bekleyen günlerin nasıl şekilleneceğini belirleyecek ahlaki bir karar almak için bir müddet bu botta yaşamam gerekiyor.” “Neden” diye soruyor Abdul Wasay, o iri parlak gözlerinin üzerimdeki etkisini unutmuşum, zekâsının etkisine girerek dinliyorum onu. “Güzel bir ülken var senin… Neden esen rüzgârda bile bir başlangıç fikri arıyorsun, kim getirecek sana o altın poleni? Hiç kimse… Madem Pembişlerdensin, o zaman soruyorum sana, hayvanlar kaybettiği şeyi kaç gün arar? You have to look with better eyes ya Mr. Ahmed.” “Sen daha anlamadın” diyorum, “This is my better eyes… Pembişler bize savaş açtı… Anla artık.” Cümleye devam edemiyorum, plak gibi takılıyorum: “Pembişler bize savaş açtı… Ben Pembişlerdenim… Pembişler bize savaş açtı…” Z beni okşayarak uyandırmaya çalışıyor. Onun mate çayının kokusuna benzeyen yakışıklı erkek kokusunu duyuyorum, “Gelmiş” diye düşünüyorum. Z döndüZ döndü… Kendimi zorla uykudan uyandırıyorum, ama bakıyorum Z yok, yatak boş. “Bunca yıl sonra Abdul Wasay’i tekrar kaybettim” diye üzülüyorum. “Artık rüyaya da geri dönemem.”

 

x Bak F, bu biraz fazla oldu… Böyle şeyleri sanki sana “Çık, istediğini söyle” dedikleri bir salahiyet kürsüsünden söylüyormuşsun gibi bu kadar rahat, hiç tartmadan nasıl söyleyebiliyorsun anlamıyorum. “Sen şöylesin, sen böylesin…” Bıktım. — Bu gördüğün benim indirgenemezliğim, onsuz yaşayamadığım, bendeki imzasız o, bana bile tâbi olmayan, tâbi olamayan buyurgan, beyin kimyam. Limbik sistemdeki buyurganların başkalarının kanaati için bambaşka biri olmayı deneyeceğini mi umuyorsun? Bana söylediklerini ben zaten biliyorum, ama senin, eğer istesem senin hakkında sıralayabileceğim şeylerden haberin olduğunu sanmıyorum. Öyle bir eğitimin olsa zaten neyi söyleyebilirsin neyi söylememen lazım iyi bilirdin. Sen hiç şöyle güzel bir tokat yememişsin. Ben çok tokat yedim, ilkokuldan beri çok sıkı bir “Sen şöylesin, sen böylesin” eğitiminden geçtim, bu gördüğün halim benim en firesiz halim. Ama belli ki sen böyle bir eğitimden geçmemişsin. O yüzden yargılanma sırasının sana gelmesinden korkmadan yargı dağıtıyorsun. Tıpkı liseli bir ergenin evde yalnız kaldığı anlarda bütün dünyaya karşı duyduğu o güzel haklılığa sahipsin. Ne güzel, keşke ben de senin gibi salahiyetli kalabilseydim, ama demek ki benim varolarak işlediğim suç herkesinkinden ağır ki beni bu eğitimden geçirdiler. Ben bunları düşünürken Z “Kim bu F?” diye sordu. “Boş ver” dedim. “Üzülme…” dedi. “Matta’da yedinci ayeti çok seversin sen. Hatırla orada ne diyordu: Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız. Çünkü nasıl yargılarsanız öyle yargılanacaksınız. Hangi ölçekle verirseniz, aynı ölçekle alacaksınız. Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği farketmezsin? Kendi gözünde mertek varken kardeşine nasıl, ‘İzin ver, gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin? Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.” “Ben bunu F’nin yüzüne söyleyebilseydim şimdi böyle kendimi yemezdim” dedim. Allah Allah, ben kiminle konuşuyorum, Z yok ki, Z gitti… Hem de çok oldu gideli. Olsun, Z’nin kapsayıcı sevgisine o kadar ihtiyacım var ki… Bana onun hayali bile yeter şu an. “Duygular çok şeyi gizleyebilir” dedim Z’ye. “Sevgi dolusundur ama bu taşıdığın nefretin ifadesidir, çok şensindir ama bu içindeki kaygının ifadesidir, duyguların esiri olmamak için hepsini birden sahneye salmak gerekiyor, zıtlıkları bir arada tutabilecek güce sahip olan insan sahicidir ancak. Hani sen seviyordun, seviyordum vazgeçtim. Hani sen nefret ediyordun, ediyordum vazgeçtim. Hani gidiyordun, gidiyordum döndüm. Hani anlıyordun, anlıyordum şimdi anlamıyorum. Ama bu kadar değişken adamı kim yanına arkadaş alır değil mi, sahicilik o yüzden zordur, sahici akıl yoluyla denetlenemez, iner çıkar. Bu sonsuz yer değiştirmeye hayat diyoruz biz, canlı olmaya.” Sessizce dinliyor Z.  Arabayla geçtiğimiz yollara bakıyor. Köy yolundan iki otomobil geçiyorsa ardından bir de iş makinesi geçiyor. İş makinelerinin sesi beni tel gibi geriyor. Yüksek sesin beni nasıl rahatsız ettiğini iyi bilen Z, o bütün incelikleri içine alan büyük eliyle vitesteki elimin üstünü örtüyor. “Allah’ın bana verdiği zekâyı beni tanıyanların sandığı gibi gereğince kullanıyor olsaydım, konuşmayı en dipten keserdim” diye devam ediyorum. “Hele konuların serbestçe birbiriyle dolandığı konuşmalar yok mu… Sözcük kümeleri havada ağızlardan kulaklara yol alırken, nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde aniden birkaç kere üst üste düğüm olmuyor mu… Yumruk büyüklüğündeki o düğümlerden biri serseri bir kurşun gibi sana çarpmıyor mu… Bu kurşunlara hedef olmamak için konuşmamayı öğrenmek şart. Ama maalesef bana ayrılan zekâ payını düzgün kullanamıyorum işte… Konuşmayı hayatın devam etmesini sağlayacak kadarından fazla kullanıyorum.” “Yapamazsın sen onu” dedi Z. Hah, işte Z, tam onun yapabileceği doğrudan bir itiraz… Hoş geldin tatlım, özlemiştim seni… “Düşünceni kendine saklamanın, bir aksilik olmadıkça konuşmamanın, konuşma dilini ancak günlük ihtiyaçları belirtmekte kullanmanın bir bedeli var. Sen sevginin azalma ihtimalinde bile yatağa düşen bir adamsın, bağlantısızlığın bedelini ödeyemezsin.” 

 

x Beni çocukluktan çıkaran ilk aşkımın bir çoban olduğunu söylesem acaba bana inanan çıkar mı? Faruk Nafiz Çamlıbel “Çoban Çeşmesi”ni yazdıktan 43 yıl sonraymış, o zamanlar bu şiiri bilmiyordum, şimdi okurken bu çeşmenin başında yaşadıklarımı, kanaatlerin dünyayı henüz kirletmediği zamanlarda çekilmiş çok duygusal bir Türk filmi saftaronluğunda hatırlıyorum. O zamanlar endüstriyel inşaat yoktu, yollardan böyle dakika başı bir inşaat makinesi geçmezdi. Zeytinlikler ıssızdı. Yazları kalmaya geldiğim dede köyüm Kalkım yeşilden inşa edilmiş bir cennetti. Kırlar karşı tepede kayadan kayaya atlayan keçinin ayak sesinin bile ta buradan, şu an yanına çöküp o yazı hatırladığım çeşmebaşından duyulacağı kadar sessizdi. Her şey yerli yerindeydi. Tabiatın ortasında her şeyin yerli yerinde olduğunu hissettiğiniz anların getirdiği zenginliği bilmem hatırlıyor musunuz? Uzun süre kesik olan wi-fi hattının aniden gelmesi gibi. Kullanmasanız bile bütün bağlantı imkânlarının kendini gösterdiği o sihirli an. Kâinatın ortasında varlıklardan bir varlık olarak anlamlı yerinizi aldığınız an. Esen rüzgâr sizin orada olduğunuzdan haberli esiyor, düşen yaprak sizin onu izlediğinizi bildiği için havada kıvrıldıkça kıvrılıp size gösteri yapıyor, çocukça bir varolma fantazyası. O zamanlar henüz hiçbir şeyin anlamı değişmemiş, daha yıllarca da hiç değişmeyecek gibiydi. Şu önümdeki Havran yolu o zamanlar yoktu. Edremit’e Kalkım’dan biri sabah biri akşam, günde iki defa kalkan, ön yüzü o zamanlar yeni çıkan transistörlü radyolara benzeyen Austin marka minibüslerle inilirdi. Minibüsle gelip şimdi Havran sapağı olan yerde inerdik. Dedem bütün hikâyenin geçtiği bu çoban çeşmesinin başında beni elimde kitabımla bırakır, kendisi aşağıdaki vadiye iner, oradaki zeytinliğimizde kendine beş altı saat sürecek bir uğraşıyı mutlaka bulurdu. Öğle vakti zeytinlikte barınan eşeğiyle gelir beni alır, beraber bir şeyler yemeğe zeytinliğe dönerdik. Kalan iki üç saati ben de zeytinlikte geçirir, ağaçların arasında dolaşır, zeytin yapraklarının güneş ışığıyla beraber oynadığı “şimdi koyu—şimdi aydınlık” oyununu seyrederdim. Şairlerin gümüş parıltılar bulduğu zeytin yaprakları. Bir şey abartmıyorum, isteyen bizim bu yerlerde zeytin yapraklarını güneş altında rüzgârda oynaşırken seyretsin. Bir sabah çok uzaktan gelen bir şıngırtı duymaya başladım, kurumaya yüz tutmuş bir derenin suyunun yatağındaki iki üç ufak dere taşının üstünden akarken çıkardığı hafif ses kadar bir ses. Şırıltı mı, şıngırtı mı? Elimden kitabı bıraktım, sırtımı dayadığım çeşme duvarına başımı serbestçe yasladım, gelen sesleri dinledim. Gelen köpeksiz bir keçi sürüsüydü. Başında da benden en fazla dört yaş büyük, on altı yaşında bir çoban vardı. Onu ilk gördüğüm anı hiç bir zaman unutmadım. Beni görür görmez durdu, sol omzunu yanında durduğu kalın gövdeli çam ağacına yasladı. Aramızda elli adım, yani aşağı yukarı on çam ağacı kadar bir mesafe vardı. Beni seyretmeye başladı. Pantolonu dizinin altına kıvrılmıştı. Yüzüne, sonra ayaklarına baktım. Koyu esmer bir yüzü, kalın güçlü ayak bilekleri vardı. Gözünü benden ayırmıyordu, ama gözlerinde en ufak bir tehlike, hasmane en ufak bir bakış yoktu, hiç korkmadan ben de ona bakmaya başladım. Keçiler çeşmenin etrafında yavaşça dağıldıkça çıngırak sesleri de karşılaşmamızı kutlayan ritmik bir müzik gibi bizi birbirimize yakınlaştırıyordu. Vücudumu ele geçiren bu esrime tanıdığım bir duygu değildi, ilk kez yaşıyordum. O artık bu çoban çeşmesinin etrafında dolaşan gümüşi bir zeytin perisiydi, ben ondan gözünü alamayan büyülenmiş bir çam perisi. Zeytin perisi dayandığı çam ağacından doğruldu, yüzünde bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran aydınlık bir gülümsemeyle çam perisine doğru yürüdü. Güneş bu sahneye epeyce hazırlanmış bir ışıkçı tavrıyla, zeytin perisinin çeşme başına yürüyüşünü ağaç dalları arasından inen hüzmeleri mükemmel zamanlamalarla açıp kapayarak öyle bir sihirle aydınlattı ki çam perisinin ele geçirilişi itirazsız tamamlandı. O an bilmem gereken her şeyi vücuduma ince ince değen, ama gözle görünmeyen, türünü bilmediğim, bana yabancı sıcak dalgalardan öğreniyordum. Buna hiçbir itirazım yoktu, bana doğru gelen çobanda kaybolmuştum. Zeytin perisi çoban çeşmesinin yanına geldiğinde uzun yalağın en uzak ucuna oturdu. Dudaklarının üstünde yeni çıkmaya başlamış bıyıkları vardı. Siyah gözlerini benden ayırmıyordu. Bu kilidin asla çözülmeyeceğini anlamıştım. Davete uyarak ayağa kalktım, yanına gittim, ne yaptığımı bilmiyordum. Oturduğu kenardan ayaklarını yalaktaki suya soktu. Ben de yanına oturdum, ben de ayaklarımı suya soktum. Beyaz bir keçi geldi, dibimizden su içmeye başladı. O zaman gülmeye başladık. Gülerken ayaklarımız suyun içinde birbirine değdi. Nefesim kesildi. Kalbim bütün vücudumda atıyordu. Orada, ayaklarımız birbirine dolanık, gözlerimiz birbirimize bakıp gülümseyerek epey kaldık. Açılan bu sihirli kapıdan daha önce hiç haberimiz yoktu. Yeniydi bu kapı. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum, çok uzun, bayağı uzun bir zaman geçti. Sonra keçilerin dağıldıkları düzlükte heyecanlı bir telaşla koşuştuklarını duyduk. İyi oldu, bir şeyin bizi bu kendinden geçme halinden çıkarması lazımdı. Zeytin perisi kalktı, keçilere koştu. Ben ayaklarımı sudan çıkardım, zeytin perisinin çeşmenin yanında duran kocaman ayakkabılarının içine soktum. Ayağım ayakkabıların içinde küçük kalınca kendimi korunaklı, güvende hissettim. O ayakkabıların içinde hiç büyümeden, hep ondan ufak kalmak istedim. “O gün hiç konuşmadınız mı?” diye sordu Z. Döndüm baktım, evet, yine Z. Elimi uzattım, omzunu tuttum. Bu sefer gerçekten dönmüş. “Döndün” dedim. “Evet, döndüm” dedi. Omzuna yaslandım. Çeşme aynı çeşmeydi, yıllar geçmişti, sevgili başka bir sevgiliydi. “İnsan, bırak karşısındakini, kendini bile tanımadan böyle yıllarını geçirebildiğine göre rahatlıkla sorabiliriz” dedim. “İnsan nasıl yaşar?” Yoldan kocaman bir Caterpillar 422F2 kepçeli iş makinesi geçti. Çıkardığı metalik ses bütün gerçekliği esir aldı. CAT 422F2 uzaklaştıktan sonra, Z “Bitirdin mi Savaş ve Barış’ı” diye sordu. “Evet” dedim. “Yaz bitmeden bitirdim…”

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr