Bir Kadının Önünde Düzyazı

 

 

Tam parkın ortasına varmıştım ki, önümdeki uzun, kumla kaplı manzarada bir şey değişiverdi. Benden epeyce uzakta, biraz sağa doğru, tenis sahalarından gelen ağaçlı yolda, tali yol yönünde. Ortaya bir kadının bindiği bir at çıkınca, görüş alanımı yalnızca köşeleri hafifçe yuvarlak, bulanık külrengi, zihnin içinin alacakaranlığıyla kemirilmiş, geniş bir delikle karşılaştırabildim, karşılaştırabiliyordum –düşününce hâlâ öyle hissediyorum–, şu gözümüzle gördüğümüz dünyanın parlaklığını aşama aşama azaltıp, kimi kez de yok eden bir delikle, hani sevilen birinin bir cüzdana tıkılmış portresi ya da dışarı çok erken, gece olmadan çıktığı için ölen bir ateşböceği görünmez bir duman halinde ışıltısını yitirir, ister istemez yitirir ya, biraz öyle.

Daha sonra binicinin adının Blanche Castle olduğunu öğrendim, bu öyküdeki kişilerden biri baştan öngörülmüş şema gereği, o genç kadınla ilgili ayrıntıları bana anlatmanın doğru olacağını düşünmüştü, sonradan anlatıda işime yarayacakları için onlara gerek duyacağımı biliyordu, üstelik bu tür bir gereksinime ve kahramanı tamamlayacak tüm bilgilere arzu el atar; gerçekte, gelecekteki sevgili de aynı şekilde, günden güne yaklaşan bir girişimle orantılı olarak, elinden geldiğince ayrıntı, bilgi toplaması gerektiğini bilir, gönül çelmek için “gereken” tüm bu şeylerin amacıysa yalnızca ilk karşılaşmayla okşamaların başlangıcı arasındaki, bakışla dokunma arasındaki süreyi bir başdönmesine çeviresiye zamanı genleştirmektir. Daha o anda, genişçe bir otluğun ortasında ayakta durmuş bunları düşündüğümü itiraf etmeliyim, çıkarılmayı beklemeyen, tersine kapalı, üst üste binmiş ya da iliklenmiş, demek ki her türlü geçicilik düşüncesini dışlayan bir aşamadaki giysi yığınlarını canlandırmaya çalışıyordum gözümde; imge parçacıklarını, sürüyle ayrıntıyı, anlatıda gerçeğe uygunluğun dalgalanmalarını birbirine ekliyordum, düş gücündeki öylesine tatlı, ağır ısınmada kıvrıla kıvrıla yükselenler arasından.

Başlangıçtaki etkilerin kendilerini yalnızca hissettirmeleri gerektiğini bildiğimden, bana doğru rahvan atıyla gelen, adı Blanche Castle olmaya başlayan o kişiye dingin dingin, neredeyse keyfini ister istemez çıkara çıkara baktım, buraya zaman ve eylemle sürüklenmişti, ikisi birlikte onu bana küçük çakıllarla kaplı, orasından burasından şu dünyadaki tek yazgıları kurgusal bir atın toynakları altında ezilmek ya da ezilmemek olan ot tutamları fışkırmış bir yaylada sunuyorlardı.

Kıpırdamadan durdum, o kadar.

Anın karmaşasına ve güneşin o sahne üstündeki saltık parıltısına karşın, sesin yinelenen yokluğunu fark ettim, daha doğrusu tüm seslerin süreğen yokluğunu. Ama bir sesin yokluğunun detone olduğu söylenebilir mi? Ayakların toprağı dövdüğünü görsem de, ses yoktu, yoldaki çakmaktaşlarının üstünde gıcırtı yoktu, oysa o sesler kesinkes çıkmışlardı, o al hayvanın altından kalkıp tavuskuşu benekleri denli gerçek, görünmez yuvarlaklar halinde çevreye yayılmış, kendilerini parmaklıklara çarpasıya salmış, ağaç gövdelerine dolanmış, donuk sürüngenler gibi, manastır binasının köşesindeki bitkin kırbaçlar gibi çöreklenmiş ya da en sonunda güçsüz düştüklerinden, heyecanlarını yitirdiklerinden havaya ya da ışığa karışıp yok olmuşlardı.

At ve kadınla aramda yalnızca birkaç metre kaldığında, bir döküm çıkarabildim. At, atın donu; kadın, kadının giysisi; bütünün rengi, derilerin ve kumaşların renkleri; birinin ilerleyişi, ötekinin duruşu.

Beli hafifçe eğik, yüzünü havaya kaldırmış kadının dik gövdesiyle, genişlemiş, oylumlu baseni, ayrık uylukları arasındaki çelişkiyi görelim: bir düş kabındaki, altı düzenli aralıklarla, bir ter katmanının içinden, ölgün bakışlı bir atın kaskatı sırtına vuran, büyülü, kösnül bir yapı iskelesi. Bu biçimde bir araya gelen yığınla sözcük şu yazı anının ağırlığını, korkusunu açığa vuruyor, çünkü bayağılıkla lekelenmiş durumlar (ben onun pembe karnını bulanıkça, altından sarkan, siyahla cilalanmış gibi duran çatı kemiğini coşkuyla, atın ilerleyişinin dizeminde sallanan göbeğini budalaca düşleyebiliyorken, kimse kalkıp bana Blanche Castle’ın atın üstüne eğilmiş karnının görüntüsünün baştan aşağı bayağılıkla lekelenmediğini, aşırı bir tümceyi çağırmadığını söylemesin) yazarın kalemini kaldırıp: “Bu görüntü çok bayağıydı!” vb. diyeceği, gereğince bir düzyazının düzgün mü düzgün, sıradan tümceleriyle yetinemeyebilirler, ben öyle düşünüyorum. Yollarda gezdirilen ayna yalnızca güzellikleri görmez.

At tam karşımda durduğunda ve Blanche Castle’ı hareket ettiren hafif sallantı kesildiğinde, açık saçıklığıyla bu ana neredeyse benzeyen, çok uzak, ama çok belirgin bir anı aklıma geldi, ne ki eskisi bana yayın amaçlı olarak, lastik kız fotoğraflarıyla dolu kalın bir albüm veren emekçi ama başarılı bir fotoğrafçının bilmeden ortaya çıkardığı, hayran olunası bir açık saçıklıktı. Bana söylediğine göre, kendisinin fotoğrafçılıktaki yeteneklerini değil, gelişimini tamamlamamış bir sürüngenin veremeyeceği pozları yarı çıplak olarak veren, kimi parçaları dışarı fırlamış gibi duran, genelde görmediğimiz kimi parçalarıysa yakın çekimle gösterilen, yoğunlaşıp olağandışı bir hareketsizlikle, darmadağın, düğüm halindeki bir beden duruşunu sergileyen, oralarından buralarından, güzel mi güzel, çok güleç yüzleri görünen, kırıldı kırılacak bir yay denli eğik uylukların arasından karşınızda beliriveren o gencecik kadınların ustalığını, eşsizliğini gözler önüne sermek için çektiği “iş fotoğrafları”ydı onlar. O resimlerdeki dekor da bir o kadar göze batıyordu, çünkü genelde karavanlarda yaşayan o kadınların her biri, gösteriyi en çarpıcı gösterecek yerde, demek ki konutun mutfak köşesindeki formika masanın üstüne tünemiş durumda poz vermişti.

Daha sonra, ağaçlar altında yanıma uzanmış Blanche Castle’ın ben istedim diye bulanık anılarını mırıldadığı bir akşam, az kalsın ona lastik kız albümünden söz edecektim, ama onun manastır avlusunda at tepesinde ilk kez ortaya çıkışının bana anatomik olarak akıl almaz görüntüler içeren o resimleri çağrıştırmasından çok hoşlanmayacağını düşündüm. Pek ilkeli biri olmayan Blanche’ın romanların ve romanlardaki basmakalıp düşüncelerin doğruluğuna sarsılmaz bir inancı vardı, hele ortaya çıkan bir kadın kahraman anlatıcının ileride seveceği yüzü betimlerken ustalığını konuşturacağı, okuru o yüzün gerçek olduğuna, adamımızın sevgisini son derece mantıklı gösterecek denli güzel olduğuna inandıracak biçimde ayrıntıya gireceği, parlak bir anlatıya olanak tanıyorsa. Kendisini ilk kez gördüğümde, atının kaskatı sırtına eğilmiş karnından başka bir şeyi gözümün görmediğini ve aklıma ilk gelen düşüncenin, görünüşe göre, o dönemdeki sansür yüzünden kimsenin yayımlayamadığı bir sirk fotoğrafları albümü olduğunu Blanche’a itiraf etmek kuşkusuz onun güzelliğine hakaret, romansı inceliğe küfür olacaktı. Kaldı ki, bir romancı roman konusunda değişmez düşünceleri olan bir kişinin karşısında, en azından gerçeği gizleyip sözdiziminin tüm olanaklarından yararlanarak açıkgözlülük etmeyip de ne yapsın?

Ben de öyle yaptım: Yüzümde bir ilgi ifadesi belirdi, hafiften kalkan kaşlarım karşılıklı bir sunum yağmuruna hazırlanıyor gibiydi, o sırada Blanche Castle pek düzgün bir sıçrayışla, öncesinde ancak düşleyebileceğim bir bel, sertliği azalmış bir gövde, yerli yerinde göğüsler ve herhangi birininkinden farklı olmayan, biçimsizliğinden kurtulmuş, bende çağrıştırdığı inanılmaz görüntülerden silkelenmiş bir karınla, örneğini, benzerini ve yazın ya da başka bir alandaki akrabalarını anlatmaksızın buraya koyabileceğim kadar güzel bir genç kadına özgü geniş, yalnızca geniş bir karınla yeniden karşıma dikilivermişti. O Blanche Castle, çünkü adı bu, özellikle karşımızdakinin İngiliz hayranlığını zorunlu kılan ya da bir zaman kılmış olan, hatta kimilerinin hâlâ salık verdiği türde bir romanın kahramanı olduğunu düşünüyorsak, bir Fransız önadıyla bir İngiliz soyadının bir araya gelmesinde olağandışı bir şey yoktur, üstelik adın tınısı üstüne düş kurmaktan okuru hiçbir şey alıkoyamaz. Blan-che Cas-tle, öyle değil mi ya, kulağa hoş geliyor, zaten Kassel’ler, Kesselring’ler, çok eskilerden kentler ve insanlar var, ayrıca Castle’ın İngilizce şato anlamına geldiği bilinir, ben de arada sırada Aziz Louis’nin üç bakımdan –bir savaşı, Albililerle olan savaşı, bir ayaklanmayı, Köylü ayaklanmasını sona erdirdiği, son olarak da söylenceye göre, olgunluk sınavından geçene dek yatılı öğrencisi olduğum ünlü Fransız kolejini kurduğu için– ünlü annesi güzel Blanche de Castille’i anıyordum. Castello, Castille, Castle, bu küçük ayrıntıyı size bir ipucunun ardına düşesiniz diye anlatmadım, anlatmamın nedeni yakalanan bir an gibi ya da daha önce sözünü ettiğim esnek hilkat garibelerinin anısı gibi tam o sırada kafama dank etmesi: Birinin adının satranç tahtasındaki beyaz vezir[1] gibi Blanche Castle olması girişilen öyküde işleri epey karıştıracak bir öğe, özellikle de İngilizcede “to castle” sözünün aynı zamanda satrançta “rok yapmak” anlamına geldiği biliniyorsa, bilmiyorsanız ben size söyleyeyim (hareketin satranç tahtasında ne tarafta yapıldığına göre “küçük rok” ya da “büyük rok” denir), arada başka taş yoksa ve kaleyle de, şahla da daha hiç oynanmadıysa, kalelerden birinin şahın bulunduğu karenin yanına getirilmesi, şahın kalenin öteki tarafına geçirilmesiyle yapılır bu hareket. Bana bu birbiri ardına gelen açıklamalar, bu soyadı, bu önad, daha yeni başlayan bir anlatı için biraz fazla değil mi diyeceksiniz, hiç de değil, düşünsenize, herhangi birinin adı Blanche Castle olabilir, öte yandan karşımda ayakta duran, atı bizden biraz uzaklaşsın diye onun böğrüne hafifçe vuran, olağan bir sesle manastırın özelleştirilmiş bölümünü, demek ki büyük parka ve gölcüğe bakan bölümünü satın alanların kızı olduğunu söyleyen genç kadının adı kendini hemen tanıtma gereksinimini duymasa da gerçekten Blanche Castle, üstüne üstlük, anımsatırım, kitabın daha ilerisinde ikincil bir kişiden öğreneceğim bunu, o kişinin bana söyleyeceği anda da dediği şeyden kuşkulanmaya hiç gerek duymayacağım. Hem genç kadının adının farklı anlamlarının (çevresini sarıveren sevgili çit sarmaşığı), Blanche de Castille’i anmamdan tutun da satrançta rakibin olası saldırısını tek bir hamlede boşa çıkarıp savuşturarak onu tam anlamıyla sudan çıkmış balığa döndüren, oyunda işleri birden değiştiren roka dek, ne ara kafama dank edeceği, adın içimdeki yankılarını geliştirmeme izin vereceği nereden bilinebilir ki? Bu soruyu bir kenara bırakıp Blanche’ın yüzünün betimlenmemesinin izini sürmeye çalışalım, tümceler o betimlenmemeden ne kadar çok söz ederse, gerçeklikle onun yazınsal artıkları arasındaki, kurgunun dönüşümleriyle o sürekli anlam-yazı çekişmesi arasındaki açıklık, gidiş geliş oyunu –bir dalaş alanı ki orada ayrıntıların inceliğiyle onların iskelesinin ağır ağır kuruluşu egemendir– o kadar çok beslenirmiş gibi konuşalım ya da buna inanıyormuş gibi yapalım, kısacası buraya öyle yazalım.

Hâlâ daha baştan bize kazandırdığım durumdaydık, demek ki kımıldamıyorduk, biraz yüz yüze, kollar sarkık, yalnız biri gerçek olan iki kişi, o da benim, ötekiyse az buçuk düşlenmiş, betimlenmemiş, ama üstüne önceden uzun uzadıya düşünülmüş biri, Blanche, onunla ilgili söylenebilecek tek şey, bana bakışına bakılırsa, belki de bir beklentisinin olduğu, benim de ona odamın duvarına iğneyle tutturulmuş renkli Cranach özdeşbaskısından daha önce söz etmiş olduğum. Alnacın üstünde hangi odada kaldığımı, dolayısıyla da birinin oradan şimdi bizi gözetleyebileceğini kendisine söylüyorum ve çizimi betimliyorum. Öylesine ayrıntılı, gerçeğe uygun olarak yapıldığı öylesine belli olan, gerçekten var olmuş ve ressamın önünde poz vermiş birini betimlediği açıkça görülen bir yüzün birdenbire ortaya çıkışını, bir yandan ancak siyah-beyaz (düş gücü öyküsüne özgü, rengin bir anlamda ad babası) olarak ve olsa olsa aralıksız bir beyaz yalana benzer, art arda akla yatkın düşüncelerle gelişen Vezir Gambiti anlatısında devreye girmiş alışılmadık renkleriyle açıklayabildim, öte yandan gerçek bir öğenin öyküsüne, tarihsel özellikli ve sanatsal açıdan herkese kendini kabul ettirmiş, Blanche’ın isterse üç dakika içinde görebileceği, baştan aşağı inceleyebileceği, ayrıca özgününün Reims’de bulunduğunu bile bildiğim –bunu da hemen Blanche’a söyledim– bir çizime olabildiğince çabuk başvurma gereksinimiyle hareket ediyordum. Gelgelelim, Blanche Castle bu yığınla açıklamayı pek de dinlemiyormuş gibi geldi bana. Onu etkilemeyi, gerekiyorsa onu portrenin karşısına götürmeyi umuyordum, ama dalgın görünüyordu. Gören ona başka birinin yaşadığı bir şeyi anlattığımı sanırdı, odama ilk kez girdiğimde uzun uzun baktığım o çizim ansızın inandırıcılığını yitirir gibi oldu, kendimi istemeye istemeye yeniden Blanche’a dönmek, onun yüzünü, attan inmiş bedenini, dikkatli duruşunu, gittikçe daha düşçü bakan gözlerini görmezden geliyormuş gibi yapmayı bırakmak zorunda hissettim. Cranach’ın gerçeğin tıpkısı aldatıcı görünüşüyle Blanche’ın karşımdaki tartışma götürmez yüzü arasında zihnim sığınacağı canım gölgeyi bulamaz olmuştu. Yazının kararsızlıkta kaldığı bir an daha kuşkusuz. Birazcık geriye gitmem, birkaç saniye öncesine, uzaktaki tenis kortlarına doğru, Blanche’ın yanıma geldiği yola bakmam, bizi saran uzamın yerini saptamak için çevreye bir göz atmam, sonra da yeniden Blanche’a bakmam, gözlerimi ve aramızda gezinen düşünceyi kadınsı ovale ve onun içindekilere yöneltmem gerekiyordu. Konuşmayı bırakıp Blanche’a baktım, o da konuşmuyordu.

[1] Fransızcada satrançtaki “vezir”e reine (ece) denir. Blanche da “beyaz” demektir (ç.n.).

 

Kitap-lık, Kasım-Aralık 2012, sayı: 164.

 

Denis Roche (1937-2015), Fransız yazar, ozan ve fotoğrafçı. 1960’lı-1970’li yıllarda öncü şiirin temsilcilerinden olmuştur. Yayıncılık da yapmıştır. 1978’den sonra fotoğraflarını sergilemeye başlamış, dünyanın dört bir yanında sergiler açmıştır.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr