çene.
x Sonra birden bir de baktık ki salgın bitmiş— 2023 yılı gelmiş. O uzun salgın kapanmalarında evde tek başınaydım ama dışarıdaki çoğunluğun disiplinli bir üyesiydim— insanlığın, türümüzün başına bir şey gelmişti. Ne mutlu bize ki hepimiz birbirine benzeyen, aynı türden canlılardık— evet, virüs bulaştırabildiğimiz için birbirimizi tehdit ediyorduk ama bizi tehdit eden virüse karşı canlılar olarak birlik içindeydik, bunu hissediyorduk. Gerçi ben hâlâ zamanımın çoğunu evde tek başına geçiriyorum ama zorunlu salgın kapanmalarında evlerde hissettiğimiz, o güne kadar beni hayatımın hiçbir döneminde olumlu olarak etkilediğini hatırlamadığım o türsel birliktelik duygusunu— şimdi hepimizin gizlice özlediği o paradoksal yükselişi artık hissetmiyorum. Evde geçirdiğim o yalnız günlerde üyesi olduğum canlı türünün olağan zamanlarda bana bezginlik veren yakın baskısından kurtulmuştum. Toplum kurulumu dışarıda uykuya yatmıştı— kuryeler hariç. Tuhaf ama itiraf etmesek de virüsün işgal günleri hepimizi dinlendirdi— kuryeler hariç. Ben askerlik yaparken emir komuta zulmü altında da dinlenmiştim, kısa bir zorunluluk tatili— yat denince yat, kalk denince kalk. Salgın tıpkı başladığı gibi birdenbire bitince, önce yaşamın gücüne inancı salgın tehdidi altında bile hiçbir zaman kaybolmayan Nietzsche’nin yaşam dolu şen kahramanları, sonra yavaş yavaş herkes virüse karşı kullanılan maskeyi “Yeter artık” diyerek çıkarıp attı, toplum bir kurulum olarak hiçbir şey olmamış gibi geri geldi. Melankolik ama her cinsten baskıya direnmekte herkesten dirençli olduğunu artık kabul etmeniz gereken benim gibi mızmız maykıllar kalabalık yerlerde hâlâ maske takıyor. Nietzsche’nin yaşam dolu şen kahramanları— onlar toplumumuzun psikolojik işlevlerini yerine getiren kıpırdak temel taşları. Onların korkusuzluğunu seyrederken bazen kendime sorduğum oluyor : Hastalıktan— fiziksel zayıflıkla gelen o güç kaybından, coşkun enerjimi kaybetmekten bu kadar nefret edip hâlâ maske taktığıma göre acaba Nietzsche’nin yaşam güdüsü peşinde koşan asıl kahramanı ben miyim— tutkusal tutturuk olan onların işlevselliği değil de yoksa benim melankolim mi? Hastalık bir paradoks— bütün melankolikler gibi salgın boyunca ben de kendi Büyülü Dağ’ıma[1] çekilip canlılığa bağlılık ile canlılığın tiksinti veren pembe yanaklı çiğliğine duyulan uzaklığı birlikte yaşadım. Hayatım boyunca topluma sırtımı dönüp çekip gitmek istedim— sokağa çıkma yasakları ile gelen kapanmalar bunun provası gibiydi. İçime yerleşmiş toplum fikrine neşeli küçük darbelerle, ezgili bir ahenk içinde çat çat da çat çat vurdum. Söyleyen bendim, dinleyen bendim, pişiren bendim, yiyen bendim— hayret, bu yalıtılmışlık içinde hiç beklemediğim kadar da şatırdım şendim. Bu çekip gitme provasında— toplum kurulumunda bir göreve tabi olmadığı zaman zihnimin içinde serbest kalan doğal şenlik duygusunu görünce Nietzsche niye balyoz değil de çekici seçmiş, bunu en iyi ben anladım. Balyoz değil, çekiç— balyozda şetaret yok çünkü. Toplum fikrinden artık sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Toplum, toplum…— nedir bu toplum peki? Gençliğimde o döneme hakim olan sosyal ruh tarafından düşünce dünyamın merkezine yerleştirilen, sonradan dünya değişince bütün uğraşmalarıma rağmen o merkezden bir türlü söküp atamadığım Toplum fikrini, bugün, gençliğimde olduğu gibi varılması— tutunulması gereken bir yer olarak değil, aksine, işlevi sadece çekip gitme arzumu ayakta tutmak olan mantıksal – yapısal – zorunlu bir unsur olarak görüyorum— çekip gitmemi gerçek kılan yapısal bir unsur olarak toplum. Gitme düşüncemi mümkün kılan mekanizma— gerek koşul olarak toplum. Sırtımı nereye döneceğimi bilmemi mümkün kılan nirengi noktası olarak toplum. Bana daha fazla görebilme yeteneği sağlayan melankolimin kaynağı olarak toplum. Bakıp tersini hayal edebilme imkânı olarak toplum. Sevginin yolunu gösteren sevgisizlik. Merhametin yolunu gösteren merhametsizlik. Korunmasızlığı öğreten büyük korunma. Arınmışlığı ortaya çıkaran kirlilik. Serbestliğe değerini veren hapislik. Endişesizliği öğrenmek için başkasının yüzünde gördüğüm endişe. Endişe bizim millî karakterimiz. Endişesiz Türk olmaz— olması ihtimal dışı olan biridir. Toplumun yarattığı endişe kalkarsa bu ülkede biz kim olduğumuzu ne ile tanımlarız? Bunu becerebilir miyiz? Bunu beceremeyeceğimizi bildiğimiz için mi her yol ayrımında endişesizliği değil varoluş endişesini seçiyoruz? Toplumdan çok sıkıldım. Toplum… Senden çok sıkıldım. Senden biri olabilmek için her kılığa girdim. Senin içinde eriyip bana değer verdiğini görmek için— senin rahminde büyüyen sağlıklı bir cenin olabilmek için. Senin karnından doğduğum zaman ah nasıl da bütün sapmalardan azade bir melek olacaktım. Çoğunluğun karnında büyümüş organik bir varlık— bir bütün insan. Büyük mutluluğun herkesle el ele tutuşmuş endişesiz neferi. Aydınlanmanın altın çocuğu. Müslüman semtlerin kahvesinde kendi gücü içinde sakince oturan, kimseden farkını ayırt edemeyeceğiniz, herkesle eşit bir kendinde-varlık. Halkının çocuğu. Kabul edilmişliğin merhameti ile kutsanmış ben. O ne ulvi alçak gönüllülüktü öyle. Şimdi bakıyorum da artık içinde kaybolunacak okyanusvari bir duygu değilsin sen, belki bir zamanlar öyleydin, o halini artık unuttuk. Bir zamanlar bir varlıktın, ama değiştin. 21. yüzyılda sen artık bir varlık değil bir kurulumsun— bir görevin yerine getirilmesi amacıyla bağlantılanan bir düzenleme… Aşkınlığı öldürdün. 20. yüzyıldan kalma fikirlerin hâlâ en sevdiği tuzaksın. Teknolojinin yükselişinin Orta Çağı getireceğini kim bilebilirdi? İleride senin hikâyeni yazmaya kalkan tarihçi nasıl da büyük bir yalana ihtiyaç duyacak. Kimse artık senin tarihini tersinden filan okuyup bir şey bulamaz— bir yere varamaz. Terkedilecek bir yersin, kaçanın kurtulduğu bir 21. yüzyıl durumusun. 21. yüzyılda kendini “duyu bozuklukları, çırpınma, kasılmalar, inmelerle gelen bir ruhsal bozukluk” ( histeri ) olarak ortaya koyan bir 20. yüzyıl hayali— Toplum! Benim için tek bir görevin var— sen var olacaksın ki ben nereden çekip gittiğimi bileceğim. Seni ancak bir ön kabul olarak kabul ediyorum. Bir mafsal olarak toplum. Her düşüncemin başlangıcı olan o iri kıyım, o kendine has ağır bir kokusu olan kalabalık kurulum— Toplum! Ne desen, ne yapsan seni artık eskisi gibi sevemiyorum. Önüme yeni bir şey, yeni bir durum koyduğunda içimde yükselen karşı çıkma duygusunun gücünü sen bilemezsin— sen bir kurulumsun. O güçle senden uzaklaşıp kendimi 138 bin nüfuslu hayalî ıssız şehrimde— Reykjavik’te buluyorum, oranın serinliğinde senin bana verdiğin sıkıntıdan kurtuluyorum. Beni soran olursa “O şimdi Reykjavik’te” dersin— artık Reykjavik’te yaşıyorum, burada ben de maskeyi attım, mutluyum. Seyredebilecek sağlam bir seyir yeri bulmak zeka gerektirir, bunu unutma. Evet, senin— kalabalığın artık ilgilenmediği bir şeyle uğraştığımı senden önce ben biliyorum : edebiyat, hani o edebî olan edebiyat. Kendimi artık bir opera[2] bestecisi olarak görüyorum, yani ancak birkaç meraklının dinlediği bir azınlık sanatıyla uğraşıyorum. Üstüne üstlük bir de kimsenin ilgilenmediği deneyler yapan bir opera bestecisi olduğum söyleniyor. Bütün bunların üstüne bir de Reykjavik’te yaşıyorum. Kimsenin ilgilenmediği deneyler yapan Reykjavik’li bir opera bestecisi— ki aslında benim gibi bir şairin gerçeği bugün burada tamamen budur. Birkaç meraklı dışında kim gelip beni burada bulur? [ Salgın günlerimin dinleyicisi, büyük aşkı Z gelip beni Reykjavik’te tekrar bulur mu? Z, huuu… buralarda mısın? ]
[1] Thomas Mann’ın romanı.
[2] Şiirin bugünkü konumu için opera benzetmesi Hasan Bülent Kahraman’ın.