Müfredat
bildiğim marşları, ezberlediğim duaları
günışığından sakladığım yırtıkları
ve emanet çantama sığan küçükbaşları
sis çökerse
deprem gökten inerse
ne yapacağımı bilmiyorum
ya da sen sürün deliklerden
omuzları genişleyen bu kertenkele adına
çocuklar hâlâ nereye büyüyeceğini tartışırken
her şeyden evvel, bir patika beğen dedin, kendine
tablo giydin, beyazla inceltilmiş yağlı boyanın taşıdığı talan, oyunbozan flu
İlkokulda bir arkadaş
“Allah’ım al beni!” derdi
şimdi hatırlıyorum
oturuşunu eşyaya sinercesine
müzik öğretmeni elleriyle süzüldü tören tören
orakla hecelenirken gördüm sözlerini
şifa dediğin toplama çıkarma işlemi
fırıldayarak düşen, en son çiçeği bu ağacın
öylece put artık yaz
öyle durdu, heykellerin saçlarını tarıyor
müzelere şıklık, geçmişin yenipaket ihyası
Enkidu’ya ağıt olarak duydum hüznünü
dişleri yerine çekiçler
annesi yerine birkaç erişte poşeti ve reçel
şeker hamurundan saadet
evden çıkarken umut makyajı
ve en fazla bir gün daha giyilebilecek hırkayla
sürüngen şefkat
çenesini dizine dayamış uyuyor
sadık kuytuların çünkü ormanlar
zamanla susmaya değen sesle okunan İstiklal Marşı‘ndaki yorgun bıçkın omuzdur
müfredatın vücudu
der ki, bu epik milenyuma oturmaz
meyve ağacın yarası
der ki, flu öğretir seni beni onu bizi gizi
ezberlediğinden başka dua
başka kitap
ışığı getirip de
yırtığa diken