çene.

 

x Zeytin perisiyle aramızda oluşan bağı adlandıracak bir kelimeyi hâlâ bulamadım. Düşmanlık karşıtı ne kadar duygu varsa hepsini bir araya toplayan bir kelime arıyorum. O kelimeyi bulan bana bildirse ne iyi olur, ben elli üç yıldır bulamadım. Dedemin evinde harcadığım zamanın hemen hemen hepsi zeytin perisinin bana ta uzaklardan gönderdiği çağrıya uymakla geçerdi. “Bana gel.” “Benim ol.” “Yanımda otur.” “Baktığım yere bak.” “Duyduğum sesi duy.” Çocuk âşık bütün gün bahçedeki sedire uzanmış ne düşünür sanıyorsun? Daha düne kadar faal bir parçası olarak içinde oradan oraya koşturduğu canlı dünya, bugün, sanki bunca zamandır habersiz olduğumuz özünü bütün hafifliğiyle o sedirin o an içinde bulunduğu şeffaf balonun iç yüzeyine— her noktada aynı basıncı yapma özelliğine sahip akışkan bir madde gibi— yaymış. Çocuk— on iki yaşındaki ben— sedire uzanmış dünyanın özünü seyrediyor: bu, aşkın bir insanın hayatındaki ilk anlamlı adımı. “Bana gel.” “Benim ol.” “Yanımda otur.” “Baktığım yere bak.” “Duyduğum sesi duy.” O yaz ona çok gittim, yanına çok oturdum, baktığı yere çok baktım, duyduğu şeyleri çok duydum, bu o yaşta benim için onun olmak demekti. İki erkek çocuğun arasında düşmanlık karşıtı ne kadar duygu varsa hepsini bir araya toplayan— o kelimeyi bulacağım— bu cazibe duyularla bu kadar somut algılanabiliyorsa, çocuk bu büyük duygunun günah olduğunu düşünebilir mi? İrade koyup dünyanın özü olarak keşfettiği şeyi “haddini aşmak” olarak görüp ondan kaçabilir mi? Kaçamaz, günah sonradan gelir, başkaları tarafından konur önüne. Biz günahsızlardık, ben hâlâ öyleyim, günahlarım aşkta değil başka yerdedir. Aramızdaki mesafesizliğin aslında tehlikeli bir mesafesizlik olduğunu anladığım ilk anı çok iyi hatırlıyorum. Her zaman buluştuğumuz çoban çeşmesinin yakınında, bir çamın alacakaranlığa yakın koyu gölgesine sığınmış kitap okuyordum. Dedem, benim zeytin perisini bekleyen çam perisi olduğumdan habersiz, gününü ağaçların önüne koyduğu doğaçlama iş yüküne vermek üzere yanımdan az önce ayrılmıştı. Evde bütün gün sedire uzanıp çardak asmasında onun göremediği sihirli bir evrene bakan torununun biraz canlılık gösterip onunla her gün buraya gelmesinden mutluydu. Önce uzaktan gelen çıngırak seslerini duydum, kitabı hemen yere bırakıp ayağa kalktım, sonra çamların arasından keçiler göründü. Yaklaşan beyaz keçilerin, yaz güneşinde sanki bir başka dünyadan bizim dünyamızı denetlemeye gelmiş halleri, çeşmenin etrafındaki ağaçsız araziye etrafı yoklaya yoklaya yavaşça yayılmaları beni zeytin perisinin doğaüstü cazibesine hazırlıyordu. Zeytin perisi her zaman yanında tuttuğu kara keçiyle uzakta göründüğünde ona doğru koşmaya başladım. Beni görünce başparmağını işaretparmağıyla birlikte ağzına sokup göğe doğru uzun bir ıslık çaldı. Bu onun tabiata bizim buluştuğumuzu haber verme şekliydi, sanki bizim buluşmamız yerdeki çam iğnelerinden ta tepedeki düzlükten aşağıya dimdik inen şu yüksek kayalığa kadar bütün tabiatın anlamını bulmasıydı— perilerin buluşmasını canlı ya da cansız hiçbir varlık görmezden gelemezdi. Koşarak yanına vardım, “Bu ıslığı çalmasını bir türlü öğrenemedim” dedim. Yüzünden hiç kaybolmayan beyaz dişli esmer çocuk gülüşüyle bana güldü, her zamanki gibi kolunu boynuma doladı, kara keçiyi takip ederek çoban çeşmesine kadar yürüdük. Çeşmeden önceki son çam ağacının alçak bir dalı vardı, beni yolumuzun üstünde olmamasına rağmen her seferinde o çam dalına doğru sürükler, omzumdaki koluyla başımı bastırarak kendiyle birlikte benim de o alçak dalın altından geçmemi sağlar, böylece bu geleneksel ayinle aramızdaki bağlılığı görünür kılardı, hayatımda bir daha hiç o çam dalının altından geçerken olduğum kadar mutlu olmadım. Zeytin perisi 6 aylık hayvanların neşesine sahipti, kâh yerden aldığı taşı keçilerin arasına atar, kâh elinde yerden kopardığı bir çiçekle etrafımda döner— sonra çiçeği bana verip benim görmediğim bir hedefe doğru koşar, kâh zıplayıp havada uçan bir sineği yakalardı. Ben neşesini kendi kullanamayan bir çocuktum, başkasını neşelendirir, kendi neşemin gücünü ancak başkasına verdiğim neşeden bana geri gelen enerjiyle hissedebilirdim. Çok konuşmazdık, şetaretimiz konuşmaya dayalı değildi, sırtımızı çeşmeye vererek yan yana yere oturur birbirimize sıkıca değerdik. Omzu omzuma değerdi, uyluğu uyluğuma, göğsüne çektiği dizi dizime, baldırı baldırıma, ayağı ayağıma değerdi. Yerde yan yana oturmuş iki “küçük h” harfi gibiydik: hh. Kitabı elime aldım, yüksek sesle okumaya başladım: “Nathanäel, daha hiç kimsenin vermediği bir sevinç vermek isterdim sana. Nasıl vereceğimi bilmiyorum, gene de bu sevinç bende var. Sana daha hiç kimsenin seslenmediği kadar içten, candan, yakından seslenmek isterdim. Sana gecenin öyle bir saatinde gelmek isterdim ki, her birinde sana gösterilenden daha fazlasını arayarak birbiri ardından birçok kitaplar açıp kapamış olasın; hâlâ beklediğin bir gece saatinde, desteklendiğini duymamak yüzünden coşkunun keder olacağı saatte gelmek isterdim sana. Yalnız senin için yazıyorum; sana yalnız bu saatler için yazıyorum.” Cümlenin tam burasında biri karşıdan “Hoooo” diye seslendi. Zeytin perisi gelenleri görünce ayağa fırladı. Bu ayağa fırlayışla birlikte o an, ikimizin arasında bir aydır süren isimsiz yakınlığa istersem artık bir isim koyabileceğimi anladım, bir kapı açılmış, içeri bu dünyanın vazgeçilmezi olan “başkaları” girmişti, dünyadaki odamız artık boş değildi, boş odaların ismi olmaz, dolu odaların ismi olur. Gelen zeytin perisinin komşu köyden bir arkadaşıydı, o da koyunlarını güdüyordu. Yanında Kalkım’da çok gördüğümüz, dünyaya hizmetten beli bükülmüş yaşlı bir nine vardı. Nine “Gelmeyon ya bize heç” diye söylendi. Zeytin perisi cevap vermedi, mahçup bir gülüşle yere bakarak başını yana eğdi. Kadınsa “Pazara gel, köyde hayır var, keşkek yersin” diyerek koyunlarla birlikte uzaklaştı. Zeytin perisi arkadaşıyla birlikte koyun sürüsünün arkasından yavaş yavaş yürüdü, fısıltıyla bir şeyler konuştular, arkadaşı arada bana dönüp bakıyor, benimle göz göze geliyordu, beni merak etmişti. Göğsüme çektiğim bacaklarımın etrafında iki kolumu birleştirmiş, çenemi iki dizimin arasına yerleştirmiş arkalarından bakarak zeytin perisini seyrediyordum. Şimdi düşünüyorum da o karşılaşma düşmanlık karşıtı ne kadar duygu varsa hepsini bir araya toplayan, beni bütün benzer insanlığın teklifsiz kardeşi kılan güzel evrenden büyüklerin sakınmalı dünyasına attığım ilk büyük üzüntü verici adımdı. Çıplak kalmıştık, içinde yerçekimsiz salındığımız sihirli kürenin cennetinden kovulmuş, günaha açılan kapının önünde duran iki erkek çocuk olmuştuk, kardeşliğin güzellik sırrı dile gelmiş, dile geldiği için buharlaşmaya başlamıştı. Dedem, annem, babam, kardeşlerim, arkadaşlarım— herkes birden dışarıda kalmıştı, anlamıştım, bu oda gizli suçlar odasıydı. Yüzüme al bastığı anlaşılmasın diye zeytin perisi dönüp yanıma oturur oturmaz kitabı okumaya devam ettim: ”Öyle bir kitap yazmak isterdim ki, onda her düşünce, her kişisel coşkunluk yol görünsün sana, onda yalnız kendi öz coşkunun gölgesini görür gibi olasın. Sana yaklaşmak isterdim, beni sevesin isterdim. [ … ] Ey, arzumun gömüldüğü görünüm! Araştırmamın gezindiği açık ülke; suyun üzerine kapanan papirüslü yol; ırmağa eğilmiş kamışlar; ormanların ağaçsız yerleri; dalların aralığında ovanın, sınırsız vadisinin belirişi. Kayaların ya da bitkilerin koridorlarında dolaştım ben. Baharların yayılıp serilişlerini gördüm.” Devam edemedim, neden kırıldığını o an bilmiyordum ama kalbim kırılmıştı. Başımı ona doğru dönebilmek için omzumu ondan hafifçe uzaklaştırdım, yüzünün yandan ne kadar güzel olduğunu düşünerek “Beni de götürsene o köydeki hayıra” dedim. Biz birer periydik, sihir yaratmak bizim elimizdeydi, gülerek ağzı kulaklarında bana döndü, eliyle başımı kendine çekti, dudaklarını yanağımda uzunca tutarak beni öptü, “Tamam, gideriz” dedi. Dudaklarındaki o sıcaklığı, bak yemin ederim, şu anda hâlâ yanağımda hissediyorum. İşte böyle Z, hayatın melankolisiyle ben bir çeşme başında tanıştım, gerisi şimşek, gök gürültüsü… Sanki dağda, zifiri karanlıkta, bir oyuğun ağzında, tek başıma— şimşek çakınca önümden aşağı inen yamaç aydınlanıyor, gök gürleyince oyuğun içinde olduğu büyük kaya sarsılıyor, yağmur etrafı serinletip melankolimin sıcaklığını azaltıyor— böyle bir dünya. O günden bugüne kadar böyle geldi, ama yeminliyim ben, gök gürlediğinde bunu masumiyetin kulağıyla duymaya yemin ettim.

 

x Hatırlıyor musun, hani bir gün kalabalık bir masada ben yine coşkulu coşkulu bir şeyler anlatıyordum, dünyayı güvenli bir yuva sandığım anlardan biriydi, coşkulu olduğumda— coşkumu sansürsüzce paylaştığımda mutlaka biri çıkıp çekinmezce bir tepki verir, o günkü coşkuma bakarsan o an bunu unutmuş olmalıydım, hayatımın bu değişmez kuralını bana hatırlatan karşımda oturan arkadaşım olmuştu— benim coşkumu ansızın havada asılı bırakan ani bir karşı coşkuyla sözümü kesti: “Ben senin ne olduğunu bir türlü anlayamadım.” Coşkumu kendime doğru geri toplayarak masada onun coşkusuna yer açtım. Sakince “En doğru şeyi anlamışsın” diye cevap verdim. Cevap veriş hızıma kendim de inanamadım ama doğruyu onaylamak çok vakit alan bir şey değil. Hatırlıyor musun o günü? Z bu soruma “O zamanlar daha sen beni yanına çağırmamıştın, ben daha hayatına girmemiştim” diye cevap verdi. Doğru. Ben seni salgınla birlikte çağırdım, karantina günlerinde— hep evde geçen, hep temkinli günlerde. Sen benim o coşkulu deli halimi bilmezsin. “Ben senin hakkında senin kendi bildiğini sandığından çok daha fazla şey bilinen bir yerden geliyorum” dedi Z. Uzun koridorun sonundan. Şehirdeyken uzun koridordan gidip gelirdin yanıma, kışa kadar uzayan karantina günlerini geçirmek için kaldığımız bu köydeki yeni güzergâhını önceleri tam anlayamadım ama şimdi biliyorum, alt katı üst kata bağlayan U dönüşlü merdiven. Bana sözün var, geldiğin yeri anlatacaktın. “Sana yüzlerce küçük küçük Ahmet’in arasından geldim ben” dedi Z. “Orada Ahmetler iki kümeye ayrılıyor, bir tarafta Ahmetcikler— tatlışlar, şirinler, gizmolar, affediciler, yardımsever sevgi topları, diğer tarafta Ahmedopatlar— gremlinler, kindarlar, temel içgüdüler, öldüren cazibeler. Ahmetcikler senin buradaki maceranla barışı becermiş olanlar— seninle konuşanlar, sana yol açanlar, hayatına adaletli bir genişlik getirenler, senin sevdiğin Ahmetler. Ahmedopatlar ise sana zorluk çıkaranlar, beklenmedik anlarda sana o an sebebini bilmediğin— neden birden öyle olduğunu anlayamadığın tıkanık kara kızgınlıklar getiren iblisane düğümler, yerini bir türlü başka şeylerle dolduramadığın öfke, anlık parlamalar, karmaşık kişilikler, senin varlığından bile haberdar olmadığın Ahmetler. O düğümleri çözüp Ahmedopatları birer Ahmetcik yapmak senin elinde. Bunu bazen beceriyorsun, bazen beceremiyorsun. Ahmedopatları çoğunlukla yakalayamıyorsun bile. Yazarlığın değerini bil, çünkü yakaladıklarını ancak gözlem gücünle, içgörüyle yakalıyor, evcilleştiriyorsun. Sen beni işte sana dost olan Ahmetciklerden derleyip bir araya getirdin.” Ben seni eski sevgililerimden, beğendiğim adamlardan, beğendiğim roman kahramanlarından, beğendiğim ruhlardan bir araya getirip kolaj yaptım. “Farketmez, aynı şey” dedi Z, “Ahmedopatlara karşı savaşı kazanmış olanlardan yarattın sen beni.”— Biz konuşurken pencereden sokak lambasının sarı ışığı görünüyor, lamba değil, lamba görünmüyor, ışığı görünüyor, lamba pencere çerçevesinin biraz dışında kaldığı için yalnızca sarı ışığın aydınlık tekerini görüyorum, tekerin içinde yere doğru birbirine koşut hareket eden su iplikleri— yağmur bu, yağmur yağıyor, yağmura uzun uzun bakınca insan merak ediyor— şu esen sert rüzgârla yağmurun mücadelesinde insana görünmeyen bir cephe var mı, bence yok, rüzgâr suyu havada itiyor işte, hepsi bu kadar— oluş hali, yağmur iplikleri ışık tekerinin içinde koşutluğu bozmadan hafif sola yatmış olarak aydınlanıyor, tekerden sonrası karanlık, imam sabah ezanını okumaya başladı, yarım saate köyde seccadeler yayılır, dünyada devamlı bir şeyler oluyor. Bir sessizlikten sonra Z anlatmaya devam etti: “Ahmedopatlar olmasa Ahmetciklerin dünyası aldatıcı yalan olurdu. Ahmetcikler olmasa Ahmedopatların dünyası yıkıcı bitirici olurdu. Benim sana geldiğim dünyada yer kabuğu devamlı değişir, bir bakarsın gümüş yapraklı gürbüz zeytin ağaçlarının gölgesinde akan şeffaf derelerde süssüz şatafatsız giysisiz— utanç denen duyguyu hiç tanımamış çıplak masumlar palaz ayaklarıyla diz boyu suyun içinde oradan oraya koşarak ıslanır, biri bir yudum su içerse bir yudum da yanındakine içirir, kendilerini birbirlerinin kollarına hiç ağırlık yapmadan bırakır— kötü olayların izini taşımayan yarasız bir içtenlikle birbirlerini severek dolaşır. Gençken bir falcı sana ‘Sen bir daha fal baktırma, senin hayatın güzel olacak’ demişti hatırlıyor musun, işte o falcı Ahmetcikleri görmüş, onların şetaretine güvendiği için sana bu öğüdü vermişti. İş Ahmetciklere kalsa herkes birbirini hiç zorlanmadan kucaklar, yara yok – hastalık yok – ölüm üzüntüsü yok – herkes herkesle sevgili – ışık var gölge yok— cennet gibi bir yerde dolaşırlardı bütün gün, orası senin cennetin çünkü, aklın kalbinle uyuştuğu gerilimsiz yer. Ama yağma yok, cennet fikri cehennemsiz yaşamaz, bir bakarsın derenin kenarında açmış çiçekler birden bir uğultuyla birkaç saniye içinde buz kesip soğuyan havada donar, hiddet dolu bir rüzgârda çıtır çıtır kırılarak dağılır, buzdan zeytin ağaçlarının rüzgârla dağılan kristal molekülleri havada dans eden sarmallar halinde Ahmetcikleri girdabına alıp etkisizleştirir, korkunç soğuğa karşı öfkenin termal zırhını giymiş Ahmetopatlar kocaman ağızlarından çıkan böğürtülerle ortalığa korku salar, her şeye hâkim olur, donmuş Ahmetcik parçacıklarını kocaman burun deliklerinden enfiye çeker gibi kuvvetle genizlerine çeker, milyonlarca küçürek buz parçacığının bulut dansından başka bir şey görülmeyen hava tabakasının içinde şimdi daha büyük bir kuvvetle böğürerek seni yıkıp dökmeye, intikama, hainliğe, baskı kurmaya, taciz etmeye, her şeyi kontrol etmeye, kendini beğenmeye, sınırsız gücü tamir etmeye, baştan çıkarmaya, krallığını kurmaya, kaosa, yamyamlığa, masumlardan geçmişin intikamını almaya, şeytani sevgisizliğe çağırır. Sen burada— bu yeryüzünde, sana birden ne olduğunu anlamaz, kendini artık tanıyamayacağın kadar değiştiren kızgın duyguların ani girdabında dönmeye başlarsın. Bu duygulardan kurtulmak için birisi seni sevsin, kolları arasına alıp okşasın, seni okyanusvari duygular içinde ebedî oksitosin yağmurunda yıkasın istersin. İşte sen beni bu görevle çağırdın. Ben seni şartsızca sonsuza kadar sevenim. Ne yaparsan yap seni bırakmayacak olan sevgiliyim, senin ütopyanım. Ayrılığa son veren matematik formülüyüz biz, yan yana durmanın parçacıklı geometrisiyiz. Ahmetciklerin seni yalnız bırakmamak için gönderdiği bir çaşıtım ben. Ahmedopatlar senin kimsesiz bıraktığın yetimlerindir. Çoğundan haberin bile yok. Bugün on Ahmedopatla yüzleşsen, geriye kalanların sayısını bilemezsin. Sizin kültür dediğiniz yeryüzü cehenneminin temeli uzun koridorun sonunda— oradaki kalabalıkta atılıyor.” Öyle durup dinledim Z’nin anlattıklarını. Ahmetcik buzcuklarını kocaman burun deliklerinden genizlerine çeken Ahmedopatları anlattığı zaman ürperip iki kolumu göğüs kafesine sardım, başımı göğsüne koydum, büyük cüsseli bir sevgilinin hali her zaman başkadır, istediğin zaman istediğin yere sığarsın. Konuşma bittikten sonra da öylece kaldım. Bulunduğum yerde— göğsünde, bu sefer de ben Z’nin görünmez koku parçacıklarını burnuma çektim. Konuşmamız başlamadan önce sözünü ettiğim coşku patlamalarını hatırlattım. “Kendinizi sansürsüzce ortaya koymada zorluklar yaşıyorsunuz” dedi. “Hepiniz… Bu sizin yoksunluğunuz, bu ülkede normlara hakiki— içsel bir ihtiyaç var.” dedi. “Ama işte bu zorunluluk yüzünden de sık sık patlamalar oluyor, her şey önceden belirlenmeye bu kadar mecbursa ani patlamaları kim önleyebilir? Kısır döngünüz bu sizin. Normsuzluk sizin için bir seçenek değil, dolayısıyla patlamalar normal.” Bu dediklerini o kadar iyi anladım ki Z. Bir insanlığımız kaldıysa bunu biz bir türlü kurtulamadığımız için şikayet edip durduğumuz derin melankolimize borçluyuz. Bizim insanlığımızı melankolimiz koruyor. Melankolisizlik bize sonu canavarlığa varabilecek coşkuyu getirir çünkü. Tarihimizde var, gördük bunu.

 

Share on FacebookTweet about this on TwitterPin on PinterestShare on Google+Share on LinkedInPrint this pageEmail this to someoneShare on Tumblr