ONUNCU YILINDA HATA DEVAM EDİYOR
Ömer Şişman’ın ilk kitabı Hata Devam Ediyor, 10 yıl önce Sardes Yayınları’ndan çıktı. 10 yıl sonra bu kitap hakkında yazmak istememin nedeni, günümüz “yeni okur”unun ve “genç şair”inin şiirle olan alakasına dair duyduğum derin şüphelerdir. Önce kitabı çözümlemeye ve tanıtmaya çalışıp ardından kitabın arka kapağında bahsolunan “yeni yolların keşfi”, “alışılagelmişin dışına taşmaktan heyecan duyan okur” ve “biçimsel ifade olanakları”nın 2010’larda nereye kaybolduğunu düşüneceğim.
“Buna kim böyle pencere demiş”
Kitabın ilk şiirinden bir dize. Şiirin okurla iletişimini ön plana çıkararak şairin nesneyle, adlarıyla, bir araya gelme biçimleriyle ilişkisine eğilmeyenlerin kaçırdığı nokta bu. “Bu”na kimin böyle pencere dediğini düşünmenin mekânı şiirdir. Bir pencereye bakarak 100 kere pencere dediğimizde ortaya çıkan ürpertici yabancılaşma hissi, bizi şiire götürür. İşte o an, nesneyle adı arasındaki metafizik bağlar, şairin görüş alanına girer (nedensizlik ilkesini kabul etmiyorum). Binlerce yıl öncesinin yükünü taşıyan (ses, fiziki ortamda ilerler ve vardan yok edilemez) ve belki binlerce yıl sonraki bilimsel/teknolojik olanaklarla görünür kılınabilecek olan bu metafizik bağlar, şairi huzursuz eder. Çevredeki sayısız uyarana maruz kalan akıl, kendi sağlığını koruyabilmek için, nesneleri kategorilere ayırır ve işitsel imgeleriyle aralarındaki mesafeyi inkâr etmeye uğraşır. Tıpkı, bir şeylere bakarken -gözlerin hemen önünde olmasına rağmen- burnu görmezden gelmesi gibi. Akıl, tam bir laylaylom halindedir: kim pencere demişse demiş işte. Şair, aklın bu kayıtsızlığından rahatsızdır ve bu adlandırma oyununda, kendi varlığı aleyhine durumlar hisseder. Platon, “Adların Doğruluğu”nu düşünürken, şair, adların yanlışlığını düşünür. Şişman, pencerede bir hata görmüştür. İlk kitabının daha ilk şiirinde, eşyayı saran kavramsal örtüleri sorun etmiştir. Üstelik sorun, bedensel işlev ve algı düzeyine sıçramıştır:
Buna kim böyle pencere demiş
Yürüyemiyorum. Ses!
Buradaki süreç, modern sanatta psikotik bozuklukların yaratıcı bir araç olarak kullanılmasının tam tersine işler. Şişman’ın dille sorunu, duyuş alanına nüfuz eder. (Elbette, bu dizelerde şimdilik içerik itibariyle.) U. Eco’nun “yıllar sonra fıstık ezmesi şeklinde kar yağarsa semiyotik düzenimiz ne olacak?” endişesini doğrular biçimde, Şişman, beklenmedik olgular oluşmadan önce, işaret dizgesine dair beklenmedik önerilerle bunu karşılamaktadır:
“göke yakışmaz bir renk yok mu hep söyleyeyim”
Eco ve Şair arasındaki fark budur. Şair, dizgenin olgu üzerindeki etkilerini şiir yoluyla ve endişe yerine cesaretle deneyimlemektedir. Biraz daha açacak olursam, dilin en temel unsurları olan adlar ve sözdiziminin, toplumların yaşayış ve düşünüş örüntülerinden etkilendiği kadar, bunları etkilediği de malumumuz olduğuna göre (hatta biraz Yalçın Küçükleşmek gerekirse, onomastik-siyaset-ekonomi arasında neredeyse olgusal bağlar keşfedilebildiğine göre), nesnelerin adlarının şu an olduğundan farklı olmaları halinde bambaşka bir tarihin ortaya çıkabileceğini iddia edebiliriz. Medya Dili, İktidar Dili gibi bağlamlarda daha somut örneklerini görebileceğimiz (Esad-Esed, Işid-Daeş vs.) bu mesele, tam da bu yüzden şiirin -sadece estetik planda değil bir bütün halinde- can alıcı noktasıdır. Ömer Şişman, kitabını bu perdeden açmıştır.
Şişman’ın “göke” sözcüğünde, Türkçenin bir benzeşme kuralını ihlal etmesi hakkında şunlar söylenebilir:
a- Genel bir kuralı bozarak şiir içi özel bir ses uyumu yaratmış olabilir. (göke yakışmaz bir renk)
b- Sözcüğün aslındaki sesi “sert” olanla değiştirerek, dizenin tonunu ve dolaylı olarak da anlamını sertleştirmek istemiş olabilir.
c- Kök halinde göke diye bir sözcük yaratmış olabilir.
d- Sadece ihlalin, müdahalenin, inisiyatif almanın kendinden menkul estetiğine ya da etkisine inanmış olabilir.
Her halükârda, bununla ilgili yorumum, şiirde deformasyonun bir “fark” yaratması ve bir “değer” üretmesi gerektiğidir. Bu dizede bana göre bu değer üretilmiştir. Örneğin, soru eklerinin bitişik yazılmasıyla ortaya konan bir kural ihlalinde bu değer üretilemeyebilirdi. Bu nedenle, şiirde deneye, dilsel sapma ve müdahalelere kategorik olarak karşı çıkılmasına bir türlü anlam veremiyorum.
“Gerçekiçi” şiiri, Ömer Şişman’ın şimdilerde yayımladığı “dramatik iyileşmeler” şiirlerine teknik ve içerik olarak yakınlık arz ediyor. Bu nedenle, 10 yıl sonra şairin bambaşka bir şiir evrenine savrulduğunu iddia etmek çok doğru görünmüyor. “Gerçekiçi” şiirinin, kitabın karakteristik şiirlerinden biri olmadığı şerhi ile tabii ki. “Gerçekiçi”, kitapta şiirsel yükün en hafif olduğu, öyküleyici, listeleyici, tasvir edici bir şiir. Şiirsel yükün, metin içi ve metinlerarası ilişkilerle, dil olanaklarıyla, biçim ve biçemle, deneyle ortaya çıkarılabileceği gibi, doğadan, toplumdan, yaşantıdan/tecrübeden, gündelikten doğrudan da elde edilebileceğini ve sanatta yaratım kadar bulma ve seçmenin de bir hüner olduğunu kabul ediyorum. Ancak, sırf yaşantı ve gözlem odaklı olduğu ve dolayısıyla okuru daha kolay etkileme şansı olduğu için fazladan bir saygıyı hak etmediğini, çoğu zaman, doğrudan şiire alınan şiirsel yükün tasvire, sinematografiye ve karikatürizasyona haddinden fazla yaslandığını ve şiiri parmakla sayılabilecek birkaç dualiteye ve çatışma konusuna mahkûm ettiğini düşünüyorum. Üstelik, son dönemde çokça başvurulan bu “doğrudan” malzemenin çok az bir kısmının bir şiirsel yük, bir “doğal direnç” (bkz: Enes Özel, Japonya-1) taşıdığını, geri kalanının, uzaylıların eline geçtiğinde “dünyalılar nelerden bahsediyormuş acaba” sorusuna cevap vermekten öte bir işlevi olmayan veri yığınları olduğunu belirteyim. “Gerçekçi” ya da “anlamlı” kabul edilen şiirin handikabı budur. Ve şiirin, “umut sarıkaya tipi yalnızlık tanımları”ndan daha fazlasını vaat etmesi gerekir. “Gerçekiçi” şiirinin sadece “gerçekdışı” bölümlerini sevdiğimi de itiraf edeyim:
“saçlarımı kazıdım
Ürpertim duruyor”
dizelerinde, bir duyum ya da tepkinin, vücudun somut bir parçası olarak ele alınması gibi, okurken karşımda bir kayıt cihazı değil bir şair gördüğüm dizeler.
“boynumla konuştum en çok”
“ya da olmamak” şiirinden bir dize. Şiirde konuşmanın yüceltilmesine cevap gibi bir dize. Şair, boynuyla konuşandır. Başı “kancı”maktadır çünkü. Burada bir dört yol ayrımı çıkıyor karşımıza:
a- şair, herkesin başına gelebilecek durumları, herkes gibi anlatır.
b- şair, herkesin başına gelebilecek durumları, herkesten farklı bir dille anlatır.
c- şair, sadece kendi başına gelebilecek durumları, herkese ortak bir dille anlatır.
d- şair, sadece kendi başına gelebilecek durumları, herkesten farklı bir dille anlatır.
Artaud’ya “All writing is pigshit” dedirten, dilin bu özel durum ve hissiyatı karşılamaya yetmeyeceği inancıdır. Şairlerin neolojiye başvurma nedeni de budur. Şair, baş ağrısından ya da baş dönmesinden farklı bir durumla karşılaşmış, buna “başım kancıyor” demiştir. İç dünyadan fenomenler dünyasına yeni yeni arızalar taşımaktadır şair: “gösterenlerin gösteremeyeceği bir şey olarak” dizesi, genel olarak şiiri, tam olarak da Hata Devam Ediyor‘u açıklamaktadır.
“hasar tespit”
Hata Devam Ediyor‘un somut şiir bağlamında en çok konuşulan şiiri belki de “hasar tespit” şiiridir. Şiirin adı, somut şiir olup olmaması açısından kritiktir. Somut şiirde dilin fiziksel özellikleri ile anlam ilişkisi söz konusudur. (bu korelasyon eksi ya da artı olabilir, sıfır olmaz). Somut şiir örneklerinde çoğunlukla dilsel öğeler, yatay ilişkilere, sentaksa girmeden, madde halinde ve kavramsal boyutta değerlendirilir. “Hasar Tespit” şiirinde bu yapılmamış, teknik, dizeli bir şiire uygulanmıştır. Bu açıdan, ilgi çekicidir. Bir başka ilgi çekici olan, şairin hasarı bir yandan yaratırken (etken) bir yandan bunu “tespit” ifadesiyle, bir gözlemci gibi sunarak, şiirsel özneyi muğlaklaştırmasıdır. Şiiri bir “sosyal tespit” etkinliğine dönüştürme eğilimine karşılık, “hasar tespit”i önemsiyorum. Bu şiir özelinde, Ali Özgür Özkarcı ve Efe Murad’ın somut şiirin bitmesi ya da deneysel-somut gibi iddia ve kavramlarının, somutun tanımı konusunda izaha muhtaç olduğunu da buradan bildirmek istiyorum.
“dışarda çisil çisil bir gemi bekliyordu”
“Antidepresan” şiirinden bir dize. Semantik müdahalenin benim bugüne kadar gördüğüm en başarılı örneklerinden. Bir varlığa (yağmur) ait bir özelliğin bir başka varlığa (gemi) yüklenmesi değil sadece. Aynı zamanda, bir hareketin (yağmurun yağması) bir duruşa (geminin beklemesi), bir doğa olayının, bir endüstri ürününe (yahut, endüstrinin, kendisinin ürünü olduğu şeye) yüklenmesi, tüm bunların tek bir dizede yaşanması ustaca. Francis Bacon’ın “dil ekonomisi” ve “sadelik” bağlamında verdiği gemi örneğini hatırlatıyor. Ona göre, gemi yapmak isteyen biri malzemelerini en kısa yoldan gemi yapmak için kullanır, vitrinde süslemez. Bu yüzden, dilden metaforu çıkarmak lazım gelir. (???) Bacon ve ardından gelen Locke’a kapitalizme katkılarından ötürü teşekkür edip, onları müthiş ilerleyen buharlı gemilerine bindirerek uğurluyoruz. Şairin gemisi, dışarda çisil çisil bekleyen bir gemidir.
“sonra dijital bir saat sattı”
Aynı şiirden bir başka ilginç dize. Bilindiği üzre, dil, işitsel yönüyle de görsel yönüyle de bir zaman çizgisinde varlık bulur. Konuşurken, cümlelerin ilk kelimeleri ile son kelimelerinin söylenişi ya da duyuluşu arasında zaman farkı vardır. Dilin bütün kuralları, zamanla ilgilidir. Anlam, zaman sayesinde oluşur. Okurken, kaçınılmaz olarak, bazı harflere önce bazılarına sonra bakarız. Okuma yönü, nerdeyse kanunla belirlenmiştir ve politik, sosyolojik sebep-sonuçları vardır. Bu da zamanla ilgilidir. Görsel Şiir ve Somut Şiirde okuma biçimi ve yüzey (hatta mecra) üzerinden, dilin “zaman içindeliği”ne itiraz edilmeye çalışılmıştır. Fütürist Şiir, bunu, tekrar eden seslere vurgu yaparak denemiştir. Bergson’un zamanı sezgiyle kavraması, Ahmet Haşim’in şiiri sezgiyle kavramasına koşuttur. Şişman’ın dizesinde, sürekliliği olan bir eylem (satmak), kesintiye uğratılmış, nicelleştirilmiş, zamanı oluşturduğu yanılsaması yaratan ve aslında olmayan parçalardan birini yaratarak akıştan çekip çıkarmıştır. Bu dize, “dijital saatini sattı” ya da “dijital saatler satıyordu” şeklinde olsaydı, zihnimizde bir zaman algısı problemi yaratmayacaktı. “Dijital saatler satıyordu” ifadesi, 10 tane ardı ardına “dijital saat sattı” ifadesinin toplamı değildir. Şair, zamanı, kendi içinden bir parçayla değil, zaman dışından bir parça ekleyerek bölmüştür. Dilin, dolayısıyla şiirin “zaman içindeliği”ne bu şekilde müdahale etmiştir. “katranç” şiirinde de zamanla muhasebesi devam etmektedir. Bir “katranç” tahtasının “taraf”larına simetrik yerleştirdiği kavram ya da imgelerle (baba, anne, belki, hayal, kendi) bir “iç çatışma” (“fethe girişir kendi’yi”) tasarlamış, şiirin dizeli bölümünde de satranç taşlarının rol ve ilişkileri ile bu imgeler arasında analojik bağıntılar kurmuştur. Zamanı (an’lar) hem öncü (pioneer) hem de kaybedilen (geride kalan) bir karşıtlık olarak tasavvur etmiştir.
“yağmur kadar neşter” dizesinde çift yönlü okunabilecek bir “sözcük türü” deformasyonu dikkat çekiyor. Neşter (ad), gizil ve çağrışımsal olarak taşıdığı bir özelliğiyle, bir sıfat olarak yağmura atfedilmiştir. Ya da, yağmur (ad), biraz daha öznel bir çağrışım yüklenerek, bir büyüklük/nicelik olarak neştere atfedilmiştir.
Yukarıda bahsettiğim, şairin, dilin zaman içindeliğini sorunsallaştırmasının bir örneği daha, bu şiirde mevcuttur:
“sırf bu yüzden tekrar
tekrar bu sırf yüzden başladın”
Şişman, “sırf” sözcüklerin zamansal konumlarını değiştirerek onlardan yeni anlamlar yaratmıştır. Ayrıca, “bu yüzden” gibi ifadeler, birer zaman ürünüdür; kullanım değerleri, sözlük anlamlarını zamanla unutturmuştur. “bu yüzden”deki “yüz” kimsenin umrunda değildir, şair hariç. Şair, bu zaman ürünü kimyasal bütünlüğü bozarak yeni maddeler elde etmiştir. Bir elektronik cihazı dağıtıp sonra eski haline toplayamamak gibi bir his. “Işığı kapat” şiirinde de var. “boğazlı kazak ve mürekkep balığı” dağıtılmış, zaman ve toplumdan izole edilmiş ve öylece boşluğa bırakılmıştır.
“Meleksiz” şiirinin girişindeki Pavese alıntısı Ömer Şişman şiirine dair ipuçları içermektedir: “kararsızlık, korku, hayatın şaşırtıcı bir şey olduğu”. Bir önceki şiirde, masayı masa zannettiğini yazan, “hayrete duçar” bir şairdir Şişman.
“japon sineması üzerine bir yazı, simgelerin izini süren” ifadesinde, “simgeler” odağında bir ironi ya da istihza sezdim nedense. İlk aklıma gelen, şairin iç dünyası sanki rahatlıkla anlaşılabilir ifadelerle anlatılabilir duygu düşüncelerle doluymuş da şair sırf estetik ve süslü (artistik???) olsun diye o müthiş sarahati sembollerle bulandırıyormuş gibi ya da esasında sembol filan olmamasına rağmen, şiirde geçen her sözcüğün, bir hakikatin, bir anlatının gölgesi olduğu şeklinde bir şiir alımlama pratiğinin giderek yaygınlaşması. Neyse.
“Meleksiz” şiiriyle beraber, kitaba “sen” zamiri girmiştir ve doğal olarak da lirizm yükselmiştir. Buna karşın, kitapta şairin düşünceye giriştiği ilk şiir de budur:
“nesnelerin imajlarını araştırıyorum”
“bir ağaç, ağaç-olmayana ilerliyor düşündüğümde”
“ağacın, olmamakla temsili”
Önceki şiirler daha çok uyaranlar-duyumlar ilişkileri ağırlıklıyken bu şiirde araştırmaktan, düşünmekten de söz açıyor Şişman. Fakat hemen ardından “senin olmadığın o her yer” dizesi geliyor. Şiirin öznesi, anlık merkez değişimleri ya da kayıpları yaşıyor. Nesneler hakkında düşünmesi ve dizelerdeki ritim, İlhan Berk’i çağrıştırsa da, nesnelerin kendisi hakkında “bizden biri” demesini isteyen Berk’in aksine, Şişman, onlarla o kadar barışık değildir: “yok olanın ortaya çıkmasını sağlamak”
“Meleksiz”, neden kitabın en iyi şiiridir? “Meleksiz”, iyi bir şiir olmakla birlikte, kitabın en iyi şiiri değildir. Bu yaygın kanaatin oluşma nedeni bunca uzunluğuna rağmen uyandırdığı bütünlük hissidir belki, “ama bunun konumuzla ilgisi yok” , “çünkü çünkü // seni seviyorum zeynep / diyebilmek içindi hepsi” gibi zayıf iç referanslarla sağlanmış da olsa, bilemiyorum. Bir şiirin zayıf taraflarının beğeni uyandırmasını tuhaf bulmuşumdur her zaman.
“çünkü sığamaz kafesler”
Şişman, nesnelerin imajlarını araştırırken, onların kategorik düzenlerini de alt-üst etmektedir. (“karışık bir bilinç”)
“Kafes”, ilk çağrışımıyla, “içine sığılan ya da sığılamayan” bir nesneyken, “sığmamak”, kafesin dışındayken, onu kafese mündemiç kılmış ve nesnenin imaj sınırlarını genişletmiştir. Bunu, nesneyi özneleştirerek başarmıştır. O ana kadar kafes, “tutsaklık” gibi kavramların metaforik nesnesiyken, şair, kafesin kendi “tutsaklığı”nı irdelemiş, ona bir kendilik kazandırmıştır.
“hem yağmurölçer yapma
çalışmaz kemiklerim”
Şiir eleştirisinin vebalarından biridir: şairi yalnızca kendisinin anladığı, kişisel imge ve bağlantılar kurmakla suçlamak. Bu türden bir eleştiri için bulunmaz fırsat gibi iki dize. Eleştiri bir “anlamama bildirisi”ne indirgenmiştir. Şiiri, şiirden başka bir hiçbir şeye tahvil edemeyen şair ile şiiri anlamamak için her türlü yola tevessül eden, özel uğraş veren okur/eleştirmen arasında ipler kopmuştur. Gözden kaçırılan nokta şu: bu kimsenin anlamayıp sadece şairin anladığı muhtemel imge ya da bağıntıların sayısı, 100.000 sözcüklü bir dilde, trilyonlarla ifade edilebilecekken (Cöntürk’ün aksine, deformasyonu haklı kılanın sınır değil sınırsızlık olduğunu düşünüyorum) şairin, şiirde karşımıza çıkanı seçmiş olması bile tek başına anlamlıdır. Yukarıdaki dizelerde, yağmurun ölçülebilme-ölçülememe ve neden-sonuç ilişkisine sokulması, ilk bakışta görüldüğü kadar rastlantısal değildir. Eski çağlardan beri, insan toplulukları, yağmurun yağması/yağmaması ile ilgili -bugün bize şiirsel dahi gelebilecek- neden-sonuç ilişkileri kurmuşlardır. Köye bir yabancının gelmesi, kadının regl olması, uğurlu bir hayvanın görülmesi vb. Anadolu’da da yağmur duası ve romatizma, bu sebep-sonuç ilişkilerinde rol almıştır. Bu bağıntıların, şiire yakınsayan tarafı, tekrarlanamaz ve doğrulanamaz oluşlarıdır. Uğurlu hayvan bir kez daha görüldüğünde yağmurun yağıp yağmayacağı bilinemez. (bkz: İlhan Berk, bilinmeze yolculuk).
“denizden bir vapur eksiliyor”
Hata Devam Ediyor‘da Ömer Şişman, eksiklik ve eksilme üzerine hemen hemen bütün şiirlerde eğilmiştir. Nesnelerin ve nesneleştirdiği sözcüklerin, sahipliğini ve karakteristiğini çokça irdelemiştir. Eksiklik ve eksilmeyi, bazen yukarıdaki dizede olduğu gibi derin yapıda, anlam itibariyle ortaya koyarken, bazen de yüzey yapıda, dilsel (görsel ve sessel) müdahalelerle, eksiltme biçiminde hissettirmiştir.
“anısız yağmur”, “huzursuz kıvrımlar”, “ve ey ipsizsen”, “meleksiz bi çivi”, “yağmursuzlanmak”, “kaçmaksız”, “açmaksız”, “kelimelersiz”, “kusursuz bir kıpırtısızlık”, “bakışın kısıksız artık”, “stratejisizlik”, “bir katotoparkın akşamüstü kimsizliği”, “bağlantısız şeyleri kendimle hatırlarım”, “yakışıksız ve bıkkın”, “gülüşü çok güzel çıkışsız artık”
gibi ifadelerden, hatta “penyesiz” ve “hazırsız” gibi ifadelerin kitapta bölüm adı olarak kullanılmasından, şairin, eksikliği, “hata”nın önemli bir parçası olarak gördüğü anlaşılabilir. Fakat, dikkat çekici olan, nesneleri, kendilerinde zaten olmayan karakter ve özelliklerin eksikliğiyle ele alabilmesindeki (yer yer suçlamasındaki hatta) duyuştur. Nesnelerin şeklini, duruşunu ya da akışkanlığını belirleyen, atomları arasındaki boşluklardır. Bir çivinin bir yağmur olmama sebebi, çivinin eksikliği, yağmurun daha da eksikliğidir. Şair, o boşluklara istediği mânâ ve hissiyatı doldurabilir. Onlardan bambaşka şeyler, ontolojik sarsıntılar, hilkat garabetleri yaratır. Çünkü şair, nesnelerden korkar biraz. Nesnelerde inanılmaz bir öfke birikimi hapsolmuştur. Onlar, insanlığın jest ve davranışlarını, biyokimyalarını, tutumlarını, tutkularını ve ilişkilerini belirleme gücüne sahiptir. Aynı zamanda, yanma, patlama, kesme ve delme, bozulma ve çürüme gücüne sahiptir. Hiçbir şey yapmadan, sadece durarak insanları delirtme gücüne sahiptir nesneler. Bir çivi meleksizdir ve daha başka milyarlarca şeysizdir. Tabiatın en korkunç kanunu, hiçbir şeyin kaybolmamasıdır. Melek, çividen eksilmişse, vapur denizden eksilmişse mutlaka başka bir nesneye eklenmiş, katılmıştır. Canlılık belirtisi olan beslenme, maalesef istisnasız biçimde bir “diğerini kendine katma” pratiğidir ve siyasal/sosyal alanda ve dilde analojik sonuçlar doğurmuştur: toprak kazanma, büyüme rakamları, asimilasyon. İnsanlar, birbirlerini “yemek”tedir. Bu kanundan kaçmak, sadece şiirle mümkündür. Şiir, bir anlamda, zihnin, geri dönüşü olmayacak şekilde “nesne sürekliliği” bilgisiyle henüz ele geçirilemediği çocukluk anlarına bir dönüştür.
“bir gemi yirmi dakikadır değil”
“Sanırım alınganlığımı anlamazlıktan geliyorsun” şiirinden bir dize. Geminin yokluğunu ya da eksikliğini, varlığı üzerinden tanımlamış, “değil” sözcüğünü nesneleştirme yoluyla yokluğu somutlamıştır.
“oysa gemiler / gizlenemez yorulmaktan” ve “kimseler bir şirket kurar / susmaktan duyamazsın” gibi dizelerde de yine kendine özgü neden-sonuç ilişkileri, savruk bir iç determinizm kurmaktadır.
“gömemek” şiirindeki “onuma koşsun oksit otistik” dizesi de bana şiir ve otizm arasında kurduğum yakınlığı anımsattı. Bu konuyu başka bir yazıda işlemek istiyorum.
“ilginçliğini kaybeden biri” şiirini zayıf buldum. Kitabın dille ilişkisine her zaman örnek teşkil eden “dilim parılçalanıyor, bana it her şey” dizesi de dahil. “kırışıyorum kirişleri”, “dedim mi medim mi”, bence Ömer Şişman ayarında dizeler değil. Bu şiirdeki persona tavrında da diğer şiirlerde hiç olmayan tuhaf bir lakayıtlık sezdim.
“ölük bir stadyumu / çimlerinden çim çim çim” ve akmak, akmak insanlarlarlar arasından…” dizelerini hariç tutabilirim.
“hata devam ediyor”
Kitaba adını veren şiirin girişindeki alıntıda adı geçen Kaspar, yanılmıyorsam, Kaspar Hauser’dır. Konuşmayı ve adları bilmediği için zihinsel kategorileri olmayan, nesneleri ayırt edemeyen, iç dünyasında olup bitenleri kendisine izah edemeyen, sadece hayret eden bir varlık. Şairin durumu, Kaspar’ınkine benzemektedir:
“konuşmayı bilsem farklı bir şeyler yapardım o gelen bir şeyden”
Kitapta sadece “Hata Devam Ediyor” ve “Agoni” şiirlerinde kullandığı bir yapı var Şişman’ın. Bu kez, hem akışkanlığı hem de süreksizliğiyle konuşma dilinin sentaksını kullanarak, konuşma dilinin frekans ve periyotlarını konuşmanın içeriğinden izole ederek şiirsel birimleri birbirine bağlamıştır. Genel olarak Ömer Şişman şiirini değerli kılan en önemli özelliklerden biri, sözdizim çeşitliliğidir. Sessel, görsel ve anlamsal sapmalara oranla, sözdizimsel sapmalara çok az başvuran Şişman, bunun yerine şiirsel etkiyi sözdizim çeşitliliği ile sağlamıştır. Bunun en güzel örneği, “Agoni” şiirindedir (hatta bu şiirin tamamındadır):
“Kekikler kancılaştı ve bir dakika! Görmek kuşlardır.”
Hikaye, ünlem ve tanım ifadeleri art arda gelerek müthiş bir yabancılaştırma etkisi oluşturmuştur.
“Sonra o şehirden ayrıldım bir elma ne kadar sakinse” dizesinde de bir tür dil içi sinestezi bulunmaktadır. Bir nesne karakteri, çarpıcı bir şekilde bir edime aktarılmıştır. Ölçülebilir olanla ölçülemeyen, aynı işleme tabi tutulmuştur.
Genel Hatlarıyla Hata Devam Ediyor‘da Gönderge : İçeriğe dair birkaç kelam
İçeriğin, şiirde nadiren ayırt edici bir unsur olarak bulunabileceği düşüncemi ispatlamak adına, şunlardan bahsedebilirim:
Hata Devam Ediyor şiirleri, temelde “kentli” şiirlerdir. Özellikle, şiirde kullandığı antidepresan, deodorant, billboard, strateji, dijital, vantrolog gibi yabancı dil kökenli sözcüklerle ve beckett, bonnefoy, hlebnikov, trakl, guy debord gibi yazar isimleriyle kenti bir bilgi bilgisi olarak işlemiştir. Bununla beraber, deniz, yağmur, köpek, balık, at gibi doğaya ait unsurlar da şiirlerde geçmektedir. (hiç geçmemesi mümkün mü zaten!) Şiirlerin çoğunda özne “ben”, persona şairin kendisidir. Sadece, şiirlerin birinde “adam”, birinde “çocuk”, birinde de “at”tır. Baş, boyun, el, yanak, parmak gibi uzuvlarla sıkça iletişime geçilmiştir. Eski Bağdat, Babilli bir saatçi gibi tarihsel ve Yugoslav futbolcular gibi nostaljik göndermeler bulunur. “israil başbakanı” ve “g3 piyade tüfek” gibi birkaç ifade dışında politik göndermelere pek rastlanmaz.
2010’dan sonra şiir yazmaya başlayanlar için Hata Devam Ediyor
Görüldüğü gibi, hiçbir şiir -eğer çok büyük bir filozof, sosyolog, ideolog, aktivist değilseniz- sırf herhangi bir konudan, kavramdan, olaydan, durumdan bahsetmekle takdire şayan değildir. İnsan zihninin en iptidai işlevi, ayırt etmektir. Şairin, bir şiiri diğerlerinden ya da şiir olmayan herhangi bir varlıktan ayırt etmeye, şiirin özerkliğine yönelik çaba ve müdahalelerini, dil ve nesnelerle, dünyayla arasındaki sancılı süreçleri, “oyun”, “numara”, “kişisel atraksiyon” olarak göstermeye çalışan ve sürekli “sadelik” övenler, temyiz kudretinden yoksun, şiir hukukunda cezai ehliyeti olmayan ama şiire her daim musallat olan beşinci sınıf şairlerdir. Şiiri alımlamanın öznel tarafları olduğu gibi nesnel ve nicel tarafları vardır. Hayatında toplam 10 şiir okuyan biriyle 100 şiir okuyan ve 1000 şiir okuyan birinin şiir algısı arasında -takdir edileceği üzre- fark vardır. Alımlama öznel bir süreç diye bunlar şiir katında eşit kabul edilemez. Bu nedenle, biçim odaklı bir şiiri anlamak için en ufak bir çaba göstermeyen ama vasatlık abidelerine ayılıp bayılan, “bu şiirde kendimi buluyorum”cu okurların şiirde buldukları şey, yabancı bir filmde İstanbul lafının geçtiğini duyunca heyecan yapmaktan farksızdır. Bunların ilgisi uçucudur. Şairin tenezzül edeceği bir ilgi değildir.
Bugün, Duvar, Natama, Şerh, Çün, Gard, Mosmodern, Palas gibi dergi/fanzinlerde şiir yayımlayan -hatta 160. Kilometre Yayınları’ndan şiir kitabı yayımlayan- kimi gençler için Hata Devam Ediyor‘un ne anlam ifade ettiğini/edebileceğini bilmiyorum. 2000’ler şiirinin aktörlerinin de şimdilerde ne yapmaya çalıştığı anlaşılır gibi değil. Deneysel şiire tövbe edip hidayete erenler, sanki deneyselin en iyi örneklerini kendileri vermiş gibi, şiirin vardığı son noktaya kendileri gidip dönmüş gibi bir izlenim yaratmaya uğraşıyorlar. Bu kabul edilemez. Bir de “okumadan yazanlar” akımı çıktı 2000’lilerin gölgesinde. Bunların da, yeterince şiir okudukları anlaşılana dek, yazıp çizdikleri ehemmiyetsizdir.
Hata Devam Ediyor, şimdilerde gözlemlerim sonucu vurgulamak zorunda hissettiğim “ayırt etme” yetisini kazandırma ve şiirsel algıları “açma” noktasında önemli bir hazinedir. Şiir yazdığı halde şiire karşı algıları bu kadar kapalı kişilerin, dünyayı, hayatı, olan biteni ne derece algılayabileceğinden şüpheliyim. Son olarak tekrarlayayım: Şiirsel yükün, metin içi ve metinlerarası ilişkilerle, dil olanaklarıyla, biçim ve biçemle, deneyle ortaya çıkarılabileceği gibi, doğadan, toplumdan, yaşantıdan/tecrübeden, gündelikten doğrudan da elde edilebileceğini kabul ediyorum. Fakat, hangi türden ve eğilimden olursa olsun, herhangi bir şiirde asgari de olsa bir ayırt edici nitelik görmek istiyorum, naçizane!
Not: “böyle At” şiiri hakkında tek kelime yazmak istemedim, kitabın bana göre en iyi şiiri olmasındandır.
Japonya Şiir Dergisi, Mart 2016, sayı 6.