Söyleşi: Fırat Demir – Canan Aydın
İlk kitabınız ‘Yeni Cüret Çağı’nda yoksul mahallelerden, kimlikten, cinsellikten bahseden bir şiir vardı. ‘Öte Geçeler’de bir kırılma görüyoruz. Artık ölülerden, büyülerden, çöllerden bahsediyorsunuz. İki kitap arasında neler yaşadınız?
Yoksul mahalleler kendi içlerinde ayrılırlar. Kimisinde tehlike boldur, seni elinden tutup dışarı çıkarır. Doğduğum, büyüdüğüm mahalle griydi, sessizdi, tehlike yoktu, mucize yoktu. 15’imde cinselliğimin kabulüyle birlikte şiir yazmaya başladım, 17’imde aşık oldum, 19’umda bir iş bulup anne-evini terk ettim. Ailemin kiralık evinden çıkıp başka bir kiralık eve. İlk şiirlerimi bu kaçışın, bu patlama isteğinin etkisiyle yazdım. Politik şiirlerdi, benim elimden tutacak tehlike ya da ‘cüret’ti.
Sonra sesimin yankısını şehre taşımak bende bir ihanet hissi yarattı. Dilin sınıfsal niteliğiyle bu sefer kitabı çıkmış biri olarak karşılaştım. Dışarısının bu kadar hesaplı olduğunu daha önce fark etmemiş olmamla birleşen bir hayal kırıklığı. Tüm bu soğumaların bir tür karanlığa dönüştüğü anda ‘Öte Geçeler’i yazmaya başladım. Yani anne evi, kiralık ev, cinlerin evi.
‘Öte Geçeler’ adı nereden geliyor peki?
Şiir, uzaktaki sesi çağırır. Mesela bir İlhan Berk şiiri okusam zamanın ışığına binip gitmiş gibi hissederim. Aslında birbirine yakın iki köyün arasına bir nehir, bir dağ, bir bilinmez giriyor ve karşı köy, bir diğerine öte geçe oluyor. Uzak demek değil ama. Uzağa elbet ulaşırsın ama öte geçe…
Herkesin bu kadar güncel olmak zorunda hissettiği bir zamanda yüzünü geçmişe dönmüşsünüz. Bu tercihi açıklar mısınız?
Ben de çoğu şair gibi şiiri bir dil meselesi olarak görüyorum ama dilin peşinde giderken tökezliyorum, vardım deyip seviniyorum ya da pişman olup sessizlik var mı diye soruyorum. Ve en önemlisi dili maceramın temeli yapmıyorum. Dile karşı bir silahım var, yaşantım. O yüzden sık sık içime dönüp ruhumun yoksunluklarını tanımaya çalışıyorum. Yoksunluğumun damgası zamana vuruyor, dil zamanı yoğuruyor, zamanı bir imge etrafında katılaştırıyor, ortaya bir şiir çıkarıyor. Yani “şimdi şöyle bir şiir yazayım” diye bir “tercih” yok.
Ama beni ‘Öte Geçeler’in kapısına getiren sürecin içerisinde güncele dair bir eleştiri var. Şiir biraz da kendi özel ahlakını ortaya koyma derdi. Şimdiki zamanın popülist dili, şiir içi kolaycılığı marifet bilir hali, bıyıklı ironisi, role olan yatkınlığı, köhne erkekliği beni geriye bakmaya zorladı. Ölülerin bugün hakkında daha çok söz sahibi olduğuna dair bir kararlılıkla şiirimin aksını kaydırdım.
Şiirlerinizde zaman duygusuna zaman duygusu eşlik ediyor. Çöller, ovalar, Mardin, Diyarbakır, yıldızların evi… ‘Öte Geçeler’i nerelerde yazdınız?
Uzunca bir süre odamdan çıkmadım. Aldous Huxley’cilik, Walter Benjamin’cilik oynuyordum: Rüya notları tutuyor, bilinç deneyleri yapıyordum. Sonra bir sabah otobüse atlayıp Mardin’e gittim. İlkin bir ay Mardin ve Diyarbakır’da kaldım. İzmir’e gitmem gerekiyordu, İzmir’de işim bitince Bodrum, Gümüşlük’te Latife Tekin’i ziyaret ettim. Latife’nin bana verdiği 100 lira cebimdeki tek paraydı. Bodrum’dan otostop çeke çeke Diyarbakır’a ulaştım. Antalya-Mersin arasındaki dağların altından tek yol akar, yolun öte kenarı denizdir. Bazen uçurum gibi yollarda saatlerce araç bekledim. Her arabaya bir önceki şoförün ismiyle bindim. Diyarbakır’a vardığımda kendi ismimi unutmuştum. İsmimi unutmuş olarak yola devam ettim. Diyarbakır, Mardin, Batman üzerinden yola çıkıp aylarca gezdim.
‘Öte Geçeler’de sözlü kültürün izlerine rastlıyoruz. Kendi kökünüzle ilgili bir arayış mı bu?
Köklerime dokunarak köksüzleşeceğim. ‘Öte Geçeler’de baskın sesin Doğu’nun sesi olduğu doğru. Ama tek ses bu değil. Allen Tate, Ezra Pound’u “modern ve köksüz” olarak tanımlar, peşi sıra Pound’un şiirinde Yunan mitolojisiyle Kansas’lı bir kadının yan yana gelebileceğinden bahseder. Pound’un köksüzlüğü bir zamanlar her şeyin cevabı olan şiirin mirasından geliyor. Şiir, bilimden önceki bilgiydi. Bu yorum bana ‘Öte Geçeler’e girişme cesareti verdi. O sıralar Yunan ve Roman mitolojisi üzerine çok okuyordum. Ayrıca inat ettim, kendime İngilizce öğrettim; H.D. Robert Duncan, Gary Synder gibi şairlere yöneldim. Bu şairlerdeki modernlik ile birleşen kolektif bilinç beni büyülemişti ve bu şairleri Karacaoğlan, Pir Sultan ya da Kürt şiiriyle birlikte okuyarak kendime iki farklı kanal açmıştım. Halk şiirinde dilin kırıldığı yerlerden yüzüme modernlik ışıkları fışkırıyordu. Eski kabilelerin şarkılarındaki hızı punk müzik gibi dinliyordum. Tüm bu etkileşimleriyse antropoloji bir bütünlüğe taşıdı. İki yıl antropolog Ahmet Güngören’e asistanlık yapmıştım, onun vefatından önce yayımlanan, hazırlanmasına yardım ettiğim ‘Dil ve Büyü: Levi Strauss Üzerine 11 Deneme’ kitabından çok şey öğrendim. Gelenekçilikten beni yine antropoloji kurtardı.
Şiirlerde kadın sesi hakim; sevgilinin ardından ağıt yakanlar, ölümü kovalayanlar… Hatta düşük yapan bir kadını anlatan “Şeytan izleri” isimli uzun bir şiir var. Bunları size ne yazdırdı?
Dilin dayattığı cinsiyetçiliği kırmak şiirimin dertlerinden. Bu, ilk kitapta da böyleydi. ‘Öte Geçeler’deki çoğu şiir bir kadının ağzından yazıldı. Kadınlar büyüyü araçsallaştırıyorlar. Cinler, büyüler, muskalar gündelik hayatların düzenlemek için başvurdukları araçlar. Kadınların kendi aralarındaki bu mırıltının sesini duymaya çalıştım. Bu ses en çok yas duygusunda belli oluyor. Yas, insanın en büyük antropolojik deneyimi. Yas, bizi sonsuzluk çemberinin bir parçası yapıyor ve zamana karşı bir direniş biçimi oluyor.
Evet, kitapta baskın bir ölüm temasını var. Kitabın kaybedilenlerle olan ilişkisi ne?
Walter Benjamin, kültürel mirasın hükmedenlerle ilişkisinden bahseder. Benjamin’e göre hakim olanın zaferini sorgulamak için geçmişin enkazlarına bakmalıyız, görkemli sahnelerine değil. O, geçmişten ezileni kurtarmak ister. ‘Öte Geçeler’e baktığımda Benjamin’in bu görüşünden etkilendiğimi görüyorum.