Zaman her daim –Musil’in ifadesiyle– ‘süvari devesi gibi dörtnala’ koşuyor. Bizler artık sıfırlarla birlerin egemenliğinde, dijital düşüncenin hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Doğduğumuz andan itibaren kendimizi sınırları çok önce başkaları tarafından çizilmiş bir hayatın içinde buluyor; yaşadığımız, soluk alıp verdiğimiz, parçası olduğumuz bu dünyayı algılayıp keşfetmeye çalışırken dayatılan envai çeşit kurala farkında olmadan boyun eğmeye başlayıveriyoruz. Sınırlarımızı zorlamaya çalışırken kurallarla, kuralları yıkmaya çalışırken ise sınırlarla yüzleştiğimiz bu totolojik dünyada tıpkı Romantikler gibi her şeyi bildiğimizi sanırken aksine hiçbir şey bilmediğimizin bilincinde, ona buna ‘post’ önekini yapıştırıveriyoruz. Oysa hayat hepimiz için yalnızca içinde bulunduğumuz dünyanın algılayıp anlamlandırabildiğimiz kadarında sürüyor. Yani her şeyin birbirini tekrarladığı bu fasit daireden çıkıp bize dayatılan hayatı, kuralları yıkarak yenilerini inşa etmenin yolu Wittgenstein’ın, ‘dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır,’ sözünden geçiyor. Kısacası dilin sınırlarını zorlarken aslında yaşadığımız dünyanın da sınırlarını zorlamış oluyoruz. Genelgeçer kalıplara karşı asıl direnişse hayatı başkalarının istediği gibi değil de kendi düşünce sistematiğimize göre algılayabildiğimiz zaman başlıyor. Gerçek anlamda yaşadığımızı asıl o zaman hissedebiliyoruz. Yaratmanın da bir tür direniş olduğunu unutmadan her daim 160 kilometre hızla uçlarda dolaştığımızda…